En kötüsü hiçbir yere ait olamama duygusu değil midir? Kenan ilindeki Yusuf gibi.
“24 Aralık
Bu gün uyandığımızda uzun zamandır yaşadığımız huzursuzluk ete kemiğe büründü. Mahallemiz baştan sona silahlı asker ve polislerle sarılmıştı. Tek tek evlere girip isim listesi yaptılar. Yanlarında getirdikleri başka bir isim listesi daha vardı. Aralarından kendimiz için seçmemizi ve ertesi sabah karakola gelip imza ile beyan etmemizi istediler.”
“25 Aralık
Bu sabah, bir daha hiç uyanmak istemeyeceğimiz, nice habis sabahların başlangıcıydı. Gecesinde Yusuf, gündüzünde Vasilio olduğum sabah. Babamın duvardaki fotoğrafına bakamadım, gözlerimi kaçırdım ve onu Rahime’nin, yeni adıyla Vera’nın çeyiz sandığına kaldırdım. Yıllar sonra tekrar yerine asmak ve gözlerinin içine tekrar bakabilmek cesaretini toplayabilmek için.”
“27 Aralık
Kıyafetlerimizin geleneksel olanları değiştiriliyor. Şalvar, örtü yasak. Komşum, sağlıkçı İhsan beyi sağlık ocağında sorguya aldılar. Türk kadınlarından şalvarlı, örtülü hiçbirinin yeni kurallara uymadığı takdirde içeri almaması, doğuma bile gelmişse, kapının dışında doğurması talimatı verdiler.”
“29 Aralık
İsim ve kıyafet değişikliğine muhalif olanlar işten çıkarıldı. Bir kısmı dağa kaçtı, bir kısmı yakalanıp tutuklandı. Belene kampına götürüldüler. Aralarında doktorlar, öğretmenler, köy imamları da vardı.”
“30 Aralık
Müslüman mezarlığı askerler tarafından imha edildi. Artık cenazelerimiz ortak mezarlığa defnedilecek. Elbiseli, ayakkabılı, tabutla ve papaz eşliğinde. Dini bayramlar, namaz, oruç ve çocukların sünnet edilmesi yasak. O işi de gece yarıları gizlice yapıyoruz. Çocukların ağlaması duyulmasın diye evlerin bodrumunda. Bir evlat sahibi olamadığımıza hiç bu kadar sevinmemiştim. Halbuki, kızımız olsaydı Rahime’nin rahmetli anasının adı Asiye, oğlumuz da rahmetli babamın adı Hasan olacaktı. Öyle kavilleşmiştik.”
“2 Ocak
Komşum Asım Efendinin babası Sadık amca vefat etti. Hristiyan usulüne göre defnedildi. Birkaç komşu gizlice gıyabında namazını kıldık. Rabbime Müslüman olarak emanetini çaresizce böyle teslim ettik. Mezar taşında Yurko Halimov yazıyordu.”
*
Bu kadim şehre bağımlılığım birkaç kuşak öncesine dayanır. Onlardan öncekiler gibi ailemin işi, benim eğitimim bizi görünmez bağlarla buraya bağlamış. Yani sevgiden öte zorunluluklar öncelikli olmuş hep. Kısa süreli geçici ayrılıklar dışında şehir ve ben birbirimizin olmazsa olmazı olmuşuz. Nereye gidersek birbirimizi de taşımışız bavulumuzda. Ellili yaşlarımın sonlarına geldiğim şu zamanda, geriye dönüp baktığımda ne kadar düz bir hayat yaşadığımı görüyorum. İddiasız, sakin, beklentisiz ve yalnız. Başka hayatlardan bîhaber.
O sınıfta her şeyin sonu ve her şeyin başlangıcını yaşadım.
Hiç evlenmedim, aşık bile olmadım. Gençliğimde platonik hislerim olmuştur ancak, hiçbir zaman aile kurma safhasına varamadı, yanından bile geçemedi. Yani lavabonun üstündeki bardakta, diş fırçam hep tek başınaydı. Üniversitedeki kariyerim öncelikli olunca başka bir şeyleri yanına sıkıştıramadım. İşim sadece zamanımı değil, enerjimi, duyularımı her şeyimi ele geçirmişti. Bu yüzden, kendime ayıracağım kısıtlı zamanlarımı değerlendirmekte hep seçici olmuşumdur. Keyif aldığım şeylerden biri de ara sıra şehrin kuytularını gezmekti.
Kıyıda köşede kalmış, bakanın görmediği, görenin okuyamadığı hayatlar ilgimi çekmiştir her zaman. Başka göz değmemiş, bozulmamış, didiklenmemiş…
Yusuf Bey’le tanışmam da böyle bir günde olmuştu. Kahvehanelerin, virane binaların arasında sıkışmış, küçücük bir mekanın direnen sakini. Çatısının bir köşesinde beyaz üzerine kırmızı ile yazılmış “Kırcaali Terzi” tabelasının altında, ahşap bir sandalyede oturmuş kahvesini yudumluyordu. Soluklanmak için yanındaki tabureye iliştiğimde, kahvesine ve şaşırtıcı sohbetine ortak olmuştum. Şaşırtıcı olan, ilk gören gözün, gerçekte olanı asla anlayamayacağı bir adam olmasıydı. Babam rahmetli hep söylerdi ki “Sen bir tane nar alırsın, içinden onlarcası çıkar, senin bir gördüğün binlere bakar.” O da öyle bir adamdı. Donanımlı, bir o kadar da mütevazı. Sıkça görüşür olduk yıllar içinde. Bazen bu küçük dükkânda, bazen tıpkı Yahya Kemal’in Üsküp’e benzettiği gibi Eyüp’te, Piyer Loti’de. Gerçekte kim bilir olmasını istediği nerelerde? Hatıralara aşina, tanıdık.
Bazen, elim telefona gider, evimin numarasını çeviririm. Hiç ses gelmez ama ben çaldığını bilirim.
Dört kişinin girip, beşincinin sığmayacağı bir dükkândı burası. İki duvarı yerden tavana, üzerinde kumaş toplarının, boy boy iplik makaralarının, kalıp kağıdı rulolarının, çeşitli uzunlukta cetvel ve makasların olduğu ahşap raflar sarmalıyordu. Diğer duvar dibinde yan yana biri elektrikli, diğeri pedallı iki makine sığdırılmıştı. Kapının hemen yanında küçük bir odun sobası kurulmuştu. Üzerindeki çaydanlık buradaki her şeyin en yenisiydi. Gözüme ilk ilişen, girişin tam karşısındaki duvarda boy aynasının bir köşesine iliştirilmiş, siyah beyaz ve hafif sararmış, sonradan Bulgaristan’ın güneyinde Kırcaali şehri olduğunu öğrendiğim bir manzara fotoğrafı asılıydı. Geldiği yerde köy öğretmeni olduğunu anlatmıştı. Sohbetin o anında gözlerinin dolduğunu görmüştüm. Mesleğine neden burada da devam etmediğini sorduğumda “Bende pek iyi hatırası olmadı, o sınıfa girdiğimde tekrar tekrar yaşamak istemedim. O sınıfta her şeyin sonu ve her şeyin başlangıcını yaşadım. Bir sabah öğrencilerimin gözü önünde yaka paça sınıfımdan çıkarıldım. Bulgar polisi, bana ‘Bir saat süren var, her ne alacaksan al, sınırda Türkiye’ye teslim edileceksiniz’ dedi. Rahime ile birkaç parça kıyafetimizi apar topar topladık ve evimizi terk ettik. Vücutlarımızda geçici, ruhlarımızda hiç iyileşmeyecek yaralarımızla. Bazen, elim telefona gider, evimin numarasını çeviririm. Hiç ses gelmez ama ben çaldığını bilirim.”
Babası kasabanın eski terzilerindenmiş Yusuf Bey’in. Tatillerde ve boş zamanlarında babasına çırak olmuş. İyi de olmuş. Yeni düzeninde baba mesleğini seçmiş. Çok nezih müşterileri olduğunu anlatırdı. Türkiye’de hazır giyimin yaygınlaşmaya başladığı yetmişli yıllardan itibaren konfeksiyon sektörü gelişse de klasizmden, gelenekselden ödün vermeyen kemikleşmiş müşteri grubu hep olmuş.
*
“ 27 Nisan
Hemen hepimizde bulunan küçük pilli radyolarımızla, Türkiye’nin Sesi Radyosu’nu gizlice dinliyor ve hem oradan gelecek haberleri hem de Avrupa’nın durumumuzla ilgili tutumunu takip ediyorduk. Süreç, Avrupa’da fazla yankı bulmadığı gibi aleyhimize olarak yavaş ve endişe verici ilerliyordu. Sürekli Belene’de ve direnişle hayatını kaybedenlerin haberlerini alıyorduk. İki seçenekten başka çıkarımız olmadığını düşünmeye başlamıştık. Ya Vasili olarak yaşamak ya da ölmek.”
“29 Mayıs 1989
Devlet başkanı Jivkov, gösteriler ve baskının kaosa dönüşmesi üzerine, isteyenlerin yapılan anlaşma gereği Türkiye’ye göç edebileceklerini ilan etmişti. Biz ve komşularımız, akrabalarımız, yüzlerce Türk, o gece sınırdan geçiş yaptık. Geçici olarak Sakarya’ya yerleştirildik. Ben baba zanaatı terzilik için bir ustaya çırak oldum. Rahime yaşlı bir hanımın bakımını üstlendi. Bir şekilde yağımızda kavrulduk. Bizi nasıl bir gelecek bekliyordu bilmiyorduk ama zaten ne hayallerimiz ne de fazla bir beklentimiz hiç olmadı. Her şeyi kabullenmek ve teslimiyet çok zamanımızı aldı. Ancak, aidiyet duygusu zamana ve mekâna hiç sığışamadı. Bizler Bulgaristan göçmeni Türkler yerine Bulgar göçmeni olmaktan uzun yıllar sıyrılamadık, canımızı acıtan birçok şeyden başka.”
“3 Aralık 2001
Bir ay önce Rahime’yi toprağa verdim. Mezar taşına büyük harflerle RAHİME SADIKOĞLU yazdırdım.”
*
Eyüp sırtları hiç olmadığı kadar güzel göründü bugün gözüme. Hayatla ölümün adeta kucak kucağa olduğu başka bir yer asla bulamazsınız. Hangisine daha çok aitiz bilinmez? Ancak, en kötüsü hiçbir yere ait olamama duygusu değil midir? Kenan ilindeki Yusuf gibi.
Sevgili dostum, seni doğduğun topraklara defnetmeyi ne kadar çok isterdim. Ancak sen de takdir edersin ki, benim buna ne yetkim ne de imkanım yoktu. Yine de seni mutlu eder mi bilmem, hep yakınlarında olacak ve seni sık sık ziyaret edeceğim. Hem dualarımı hem de çok sevdiğin Özdemir Asaf dizelerini okuyacağım sana. Hayatıma değer kattığın için teşekkür ederim. Umarım karşılığını verebilmişimdir.