Surlarla çevrili İçeri Şeher’in taş döşemeli kaldırımlarını geçerken eşsiz bir tarihe şahit oluyorum. Orta Çağ’dan kalma bu mekân, yüksek duvarlarla çevrili hanları ve medreseleriyle zamana meydan okuyor adeta. Küçük çarşılarında, hünerli ustaların ellerinden çıkmış saf ipek el dokuması halılar ve kilimler beni büyülüyor.
Taş kemerli geçitlerden ağır adımlarla ilerleyip Kız Kulesi’nin terasına çıkıyorum. Bakü’nün muhteşem panoraması, gözlerimin karasını maviye çalıyor. Hazar’ın sonsuz maviliği, gökyüzünün geniş ufkuyla birleşiyor. Üniversitemin kampüsünde gün batımını seyretmenizi isterdim. Hazar’ın maviliği altın sarısına dönüşürken sular kızıllaşıyor, şehir adeta bir tabloya dönüşüyor.
Şirvanşahlar Sarayı’ndayım. Mermer taşlarla örülü avlusunda, Seyid Yahya Baküvi Türbesi’nin önünde duruyorum. Bakü’nün meşhur “hezri” rüzgârı saçlarımı okşarken, içimi garip bir ferahlık kaplıyor. Sanki annemin elleri değmiş gibi. Mevsimlerden eylül ve ben 18’ime henüz girmişim. Yeni gelmişim bu şirin beldeye, fakat göğsümden gurbetin sancısı henüz gitmemiş. …
Ruhum, gurbetle henüz barışmamış. Memleketimin karlı dağlarını ve ailemin sıcaklığını hâlâ derinden özlüyorum.
Eski taş yolları geçerken bir eve düşüyor yolum. Taze ekmek kokusu sarıyor etrafı. Sıcak bir yuvaya adım atmanın huzurunu hissediyorum. Yanakları gül pembe, şefkatli bir gönül karşılıyor beni. Ayağıma bir terlik uzatıyor, yüreğime esinti bırakıyor. Eski ama güzel bir ev. Salona geçiyoruz. Yerde envai çeşit çiçeklerle dolu saksılar, orman manzaralı bir balkon. Bülbüllerin tatlı nağmeleri, evin havasına ayrı bir esenlik katıyor.
Duvarlarda çiçek bezeli, altın süslemeli zarif tablolar asılı. Tam köşede, kitaplarla dolu bir rafın önünde uzunca bir masa var. Fırçalar, taş boyalar ve geriye yalnızca küçük bir aydınger parçası kalmış bir çalışma. Masanın bir ucunda yeni ezilmiş ve suya bırakılmış bir kase altın, yanında kalın ciltli kitaplar duruyor.
Ev sahibem, mis kokulu bir bardak çay ve yanında mısır gevreği, bal ve karamelli çikolatayla hazırlanmış bir atıştırmalık getiriyor. Azerbaycan usulü, stekan içinde elbette. Önce tanışma faslı, ardından kısa bir sohbet. Kendi hikâyemi anlatıyorum ona. Resme olan ilgimden, birinci sınıf edebiyat öğrencisi olduğumdan, memleketimden bahsediyorum. Gülümseyerek, buğulu altın suyunun yanında duran kalın kitaplardan birini uzatıyor bana.
“Fikir sahibi olursun. Sen biraz bak, ben geliyorum.”
Kitabın kapağında: “Türk Tezyini Sanatlarında Motifler” yazıyor. Sayfalarını çevirirken hayranlığımı gizleyemiyorum. Sayfanın sağında ve solunda simetrik çizilmiş yarım bir hataî motifi var. Kitabın yazarı, yıllar sonra hayranlıkla dinleyip kendime önemli notlar aldığım, Çiçek Derman.
Birazdan elinem, ustam, öğretmenim. Güllerini, menekşelerini suluyor özenle. Komşusu Leyla Hanım’ın bahçesinden getirdiği kokulu güllerin kurumuş yapraklarını nazikçe koparıyor. Sonra anlatmaya başlıyor. Sözleriyle, masanın bir ucunda duran karamemi tarzı çiçeklerle bezenmiş tablo canlanıyor gözümde. O tablo önünde, 80 yaşlarına rağmen yüzünde neredeyse tek bir kırışıklık bile olmayan, mütevazı, ışıl ışıl bir hanımefendi beliriyor. Beyaz kısa saçları ve parlak yüzüyle sanatının kendisini bezediği bir insan.
1945’te Ankara’da doğmuş Çiçek Derman. İsmi gibi, yüzünün şekli ve saçlarının rengiyle adeta bir hataî çiçeğini andırıyor. Süheyl Ünver, Muhsin Demironat ve Rikkat Kunt gibi büyük ustalardan tezhip sanatının inceliklerini ve terbiyesini almış. Sanatının inceliği, ruhuna da işlemiş. Uzun yıllar Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde öğretim üyeliği yapmış, Geleneksel Türk Sanatları Bölümü ve Tezhip-Minyatür Ana Sanat Dalı’nın kurucu başkanı olmuş, fakülte dekanlığı görevini üstlenmiş. Alanında profesörlük unvanını alan ilk isim. Sanatı, öğrencisine emanet olarak verme felsefesiyle yaşamış. Maddi karşılık almayı haya edinmiş.

Çünkü böylece öğrencisi, hocasına borçlu hissetmiş ve bu emaneti gelecek nesillere aktarmak için sıkı çalışmaya koyulmuş. Ama bir talebeyi hemen kabul etmezmiş. Önce onu fark ettirmeden imtihan eder, sanat edebini taşıdığına ikna olursa, dört elle sarılırmış.
“Hoca hakkı büyüktür.”
Çiçek Hanım’ın bütün söyleşilerinde hocası Rikkat Hanım’ın ismini duymak mümkün. O kadar vefalı ki.
“Sanat, insan olmayı öğrenmektir.”
Çünkü sanatın tuzakları vardır, diyor bir söyleşisinde. “Elinizden bir sanat eseri çıktığında gururunuz okşanır. Yeteneğin size ait olduğunu sanırsınız. Ama aldanırsınız. O, belli bir süreliğine verilmiş bir emanettir. Gün gelir, gözleriniz eski keskinliğini, elleriniz eski kıvraklığını yitirir. Ve o zaman anlarsınız: Bu yetenek size sadece emanet edilmiştir.”
Sanat, şöhret için değil, hizmet için icra edilmeli! Tıpkı Ramazan’da “Ben oruçluyum.” diyen biri gibi, sanatçı da “Ben sanatlıyım, sanatla meşgulüm” demeli ve bunu hal ve tavrıyla yansıtmalı.
Bir gün hocası Rikkat Hanım’a sormuş: “Bu kadar güzel eserleriniz olduğu hâlde neden bir sergi açıp insanlara sanatınızı göstermiyorsunuz?”
Rikkat Hanım cevap vermiş: “Cicim, neden sergi açacakmışım? İnsanlara ‘Bakın, ben bunları yaptım’ mı diyeceğim? İltifat almak için mi? Benim böyle bir şeye ihtiyacım yok.”
Bir topluluğa girdiğinizde hiç konuşmasanız bile, insanlar “Bu kişi sanatla uğraşıyor” demeli. Sanatı, yalnızca kağıt üzerine değil, ahlaka da işlemeli insan. Çünkü kâğıda desen işlemek kolay. Asıl mesele, ruhu bezeyebilmek ve bu emaneti hakkıyla taşıyabilmek!
Süheyl Ünver ile Tanışması
Ablası İnci Birol ile bir gün Süheyl Ünver’in atölyesine giderler. Oradaki atmosfer, Süheyl Ünver ‘in naif davranışları, tezhip gibi diğer değerli sanatlar, Çiçek Derman’a gelecek sene için sanat tarihi okuma kararını aldırır. Aradan çok geçmeden Süheyl Ünver’den kendisine tıp tarihi ve ontoloji bölümünde asistanlık görevi teklif edilir. Daha 17 yaşındadır ve kendisine farklı, çok zengin bir dünyanın kapıları açılır.
Disiplinli ahlakıyla hocası Süheyl Ünver’in yanında Çiçek Hanım, kendi tabiriyle, yaşayan bir mektep içinde çok güzel ve verimli seneler geçirir. Öyleki her perşembe İstanbul‘un kaybolmaya yüz tutmuş zenginliklerini yazmak ve ortaya çıkarmak için düldül adını verdikleri arabayla karış karış gezerler İstanbul‘u.
Bir gün gençlerden hocasına şikayet eder Çiçek Hanım, “Günümüzün gençlerinde bizdeki aşk ve heyecan yok!” Hocası ne der peki?
“Kızım sen elinde içi tohum dolu bir torba taşıyorsun. Bunlar zaten ziyan olacak diye tarlaya atmayıp kendine saklasan hiç bir fayda göremeyeceksin. Ama tarlaya saçsan, evet bir kısmını kurtlar bir kısmını kuşlar yiyecek. Belki bir kısmı da çürüyecek. Ama içinden 2 tane de olsa filizlense bu sana kârdır!”
Süheyl Ünver‘in çok kıymetli bir alışkanlığı vardı. Her üç ayın bir cuma gününde büyük bir salonda ziyaretçilerini kabul eder ve Çiçek Derman‘ın hazırladığı bir masa üstünde, o üç ayda neler yaptığını gösteren tüm çalışmaları orada sergilenirdi. Yaptığı sulu boya resimleri, yazdığı makaleler, aldığı kütüphane notları, geziler vs. Herkes kendisine hocam diye hitap ettiği icin acaba ben bunu hak ediyor muyum, düşüncesiyle üç aylık yaptığı çalışmaları öğrencilerine göstermeyi arzu ederdi. Kimsenin ondan öyle bir beklentisi yoktu ancak o kendisine bunu bir vazife bilmişti. Böylece çok verimli bir ömür yaşamıştı. O serginin ertesi günü hemen kapının önünde Çiçek Hanım‘a, “Kızım bugün yeni üç ayların içine giriyoruz. Bu defa masayı daha zengin hazırlayalım, daha çok çalışalım!“ dermiş.
Evlilik Hayatı
Süheyl Ünver’in yanında eğitim hayatı devam ederken Çiçek Derman’in yolu eşi Uğur Derman ile kesişir. Hem çalışma hem okul hayatı biter Çiçek Hanım‘in . Eşinin rızası yoktur ve Çiçek Hanım eşinin rızasının olmadığı bir konuda ısrarcı olmaz. Evlendikten kısa bir sure sonra ilk oğlunu daha sonra ikinci oğlunu kucağına alır.
“Çocuk yetiştirirken ilk 7 sene karakterin oluşması için çok önemli. Nerde ne konuşulur, ne sevaptır, ne haram. Söz nedir? Edep nedir?”
Öyleki aynen bir tablo gibi ince ince bizzat kendisi bezemek istemiştir evlatlarını.
“Ev bir okuldur. Çocuk duyduğunu değil gördüğünü yapar. Bugünkü gençliğin öğretimden ziyade eğitime ihtiyacı var.”
Çiçek Hanım iki oğlu ortaokul seviyesine gelince yüksek tahsilini bitirmek için tekrar eşinin rızasını almak ister. Evliliğin güzel devam etmesi için birlikte kararın önemine inanır çünkü. Uzun bir uğraş sonucu tekrar üniversiteye alınır.
“Hırsla azmi birbirine karıştırmayın!”
Büyük bir azimle kalan 3 seneyi de bitirip 3 çocuklu bir anne olarak mezun olur. Hayat felsefesi şudur her zaman: “Her olanda bir hayır vardır. Onu edeple karşılayan kazanır!” Eşinin çalışmasını istememesi sebebiyle diplomasını çantasına koyan Çiçek Hanım razı olur ve beklemeye başlar.

Ancak sürekli de dua etmektedir. Kendisine güzel bir yol açması için Rabbine niyaz etmektedir. Yıllar sonra eve bir telefon gelir. Eşi Uğur bey telefonu açar. Konu Çiçek Hanım hakkındadır. Telefon kapandıktan sonra meraklı gözlerle hemen eşine sorar. Eşi Uğur Bey, “Geleneksel Türk Sanatları üzerine marmara üniversitesinde bir bölüm açılıyormuş. Bir hoca arıyorlarmıs. Birçok yere sormuşlar,en çok isim senin üzerinde toplanmış. Gelir mi acaba diye soruyorlar.” der. Çiçek Hanım`dan gelen cevap aynen soyledir: “Sen ne diyorsun? Müşterek karar önemli!” Böyle söyleyince Uğur Bey müthiş keyiflenmiş ve bu cevap çok hoşuna gitmiştir. Bunun uzerine; “Eğer sana ben, yok “Çiçeğim böyle değildi konuşmamız, dersem, biliyorum daima ailen on plandadır. Ama oraya bu işi bilmeyen biri gelirse ve bu sanatı yalan yanlış anlatırsa, kalitesiz öğrenciler yetisirse, bunun vebali benim olacak! Ben bu vebali taşıyamam! Ancak ev çocuklar ve ben ihmale uğramamak kaydıyla, eğer kendine güveniyorsan hadi başla! “
“Sanatın sonu yok.”
Yıllar sonra nihayet izin gelmiştir. Çiçek Hanım çok sevinçlidir. Daha dilekçesini bile yazmadan önce hemen Beylerbeyi`ndeki hocası Rikkat Hanım`a koşar ve hocasının iznini ister. İznini ve duasını aldıktan sonra 85 yılında kadroya girer ve 28 yıl boyuna burada hizmet eder.
“Bakın işte Rabbım nasıl ayarlıyor. Siz isteyince ve sabredince evire çevire kısmetleri nasıl önünüze düşürüyor!”
Ahmedi çayının büyülü kokusuyla Çiçek Hanım`ın hikayesinden kendime uyanıyorum. İnsan insanın gölgesinde yetişir diyordu.. Ben de şimdi hocamın gölgesinde benim için yeni ve kocaman bir dünyaya adımlarımı atıyordum bugün. Çok şükür nasip edene. Bana ne güzel yapıyorsun sanatını, diyenlere diyorum:
Rabbimin nasibi, Hocamın emeği!…