Yağmurlu bir sonbahar sabahı, kederli bir türkünün içinde tasvir edilen, saçları örgülü sarışın kadın hissiyle dopdolu, okuldan çıkmış eve gidiyordum. İstanbul’u hiç görmediğim halde, lisedeyken İstanbul’la ilgili bir deneme yazıp edebiyat yarışmasına katıldığım ve birinci olduğum gelmişti aklıma Şişli’den Mecidiyeköy Meydanına yürürken. Ben, İstanbul hakkında birçok hikaye duymuş, fotoğraflarını görmüş, kendini görenlerin yaptığı resimleri incelemiş, ona aşık olan muhtemelen birkaç milyon insandan biriydim. Bu yüzden, yollarını yürürken, tüm adımları, dönüşleri, sesleri, apartmanları, durakları, kokuları benliğime hapsediyordum.
O gün bir kitap almam gerekiyordu ve Mecidiyeköy Meydanına yakın alışveriş merkezlerinden birinin içindeki, çok bilinen kitap mağazasına uğrama niyetindeydim. Lakin bu niyet, beni çepeçevre kuşatan bir emir gibi o sevdanın içinden sürükleyip hızlıca kitapçıya götürmüştü. Her geçtiğimde dükkanına uğradığım ve bir çayını içtiğim modern simitçi Vedat Ağabeye bile uğramamıştım. Sizi bilmem ama ben içime okuma tohumunu kim ektiyse, ona istediği bütün güzellikleri diliyorum. Aklıma düşen bir kitapsa ya da bir bilgiyse, onu halledene kadar asla uyuyamıyorum. Bu kitap da hocamızın istediği sanat tarihi üzerine bir kitaptı. Başka medeniyetlerin, bizden yüzyıllarca önce yaşamış insanların duygularına dokunmak, onlarla bir an dahi olsa aynı hissi yaşamak harika bir duyguydu. Sanat, yıllara meydan okumakla kalmıyor, yüzyıllar öncesinin hissini şu ana getiriyordu. Onu ortaya koyan insanı ebedileştiriyordu.
Mağazaya girdim ve aradığım kitabı görevli kadına sordum. Dükkanın arkasına doğru beraber yürüdük ve kitabı buldu. Sevdiğinden mektup almış bir genç edasıyla kitabı kokladım, bağrıma bastım. Kasaya doğru yürürken kulağıma bir müzik çalındı. Şarkının alt notaları tanıdık bir melodi gibiydi ama sözleri Yunancaydı. Ailede göçmenlik olduğundan, babamın yabancı müzikleri çok sevmesinden, neden bilmiyorum ama müziğin de çok tanıdık gelmesinden, mağazada çalan şarkıya tutuldum. Şarkının Türkçe olmadığını anladım ama tekrarlı bir şekilde “aman” dediğini fark ettim ilk dinleyişte, sonuna kadar dinleyince de “Aman Katerina” dediğini seçebildim. Yabancı dilde bir şey dinlerken ilk duyduğunuz seslerin hepsi sadece anlamsız sesler olarak gelir ve biz sadece kendi anlam dünyamızda karşılık bulan şeyleri kavrayabiliriz. Yunanca-Türkçe arasında ortak kullanımların çok olduğunu bildiğimden ‘aman’ dediği şeyin aynı bizim ‘aman’ımız olduğunu düşünmüştüm.
Kitabı alıp çıktım ama aklım seste ve şarkıdaydı. Alışveriş merkezinden ayrılmadan mağazaya geri dönüp, şarkının melodisini “nay nay nay aman Katerina” şeklinde görevli çocuğa sordum. O da gülerek bana Haris Alexiou’nun “Best Of” albümünü gösterdi. Albüm daha önce 2004 yılında “Antoloji” adıyla çıkmıştı, şimdi bu isimle tekrar raflardaydı.
Albümü alıp eve gittim, o zamanın harika teknolojisi ile CD’yi bilgisayara yerleştirip dinlemeye başladım. Dinlerken şarkının tanıdık gelmesini yaptığım araştırmalar sonunda anladım. Alexiou’nun 40’tan fazla şarkısı Türkçeye uyarlanmıştı. Bugün severek dinlediğimiz birçok parça aslında kendisinin sözleri Türkçeye çevrilerek ya da uyarlanarak yapılmış, müzikleri aynı kalmış şarkılardı. Aman Katerina Mou yani Aman Katerinacığım da Yeni Türkü’nün ‘Aman Cevriye Hanım’ şarkısının orijinaliydi.
Şarkının melodisi, Haris Alexiou’nun muhteşem sesi, sözlerin uyumu ile birleşince gözünüzün önünde, elinde bir fincan kahve ve şen kahkahaları ile üzerinde yeşil bir elbise giymiş Katerina canlanıyordu. En azından benim için öyle olmuştu. Önceki sayılarda ve başka mecralarda yayınlanmış Katerina’nın hikayelerini, hep bu şarkıyı dinleyip, duyduğum heyecanı düşündüğüm ilk günkü hislerle yazdım.
Şarkının sözlerinin Türkçe karşılığı şöyle;
“seni görmek için uğradığımda,
ah nasıl içim yanıyor.
köfte kızartıyorsun,
ah benim tatlı Katerinam,
öyle güzel kızartıyorsun ki
aman Katerinacığım kuzum Katerinacığım
sana bir iki ufak derdimi anlatmak isterim
kestane gözlerin içimi yakıyor
ve devamlı kapına gelmek istiyorum
topraktan güvecinde
fasulye pişiriyorsun
ve ben, seni özleyerek gitarımı çalıp
sana serenat yapıyorum.”
O gün o şarkıyı birkaç kez üst üste dinledim. Bazı yerlerinde, kitabı almaya giderkenki, türküye hapsolmuş kadın sızısı oturdu içime. Bazı melodiler, içimi kıpır kıpır etti. Sonra neden, Alexiou’nun hayatını merak edip internette araştırmaya başladım. İçimde, bu şarkıyla uzayıp giden yolu o an keşfettim. O yol ki dağlar aşıp, denizlere ulaştı. Denizlerde durmadı da sonraları başka başka ülkeler olacak topraklara kavuştu. Ben, sadece Arnavutça konuştuğu için Arnavut Hasan denilen Manastırlı Hasan Tahsin’in torunu Rana. Savaş sırasında anne babası ve kardeşleriyle, komitacılara esir düşmüş, onlardan kurtulmuş ve Manisa’ya kadar yürümüş Hasan Tahsin’in torunu Rana. Katherina’yı içimde var eden, Alexiou’nun ailesinin hikayesiymiş kavradım. Öyle ki, Alexiou’nun ailesi, benim dedemin kaderini tam tersi istikamette yaşamış. Anne ve babası İzmirliymiş, mübadele sırasında İzmir’den Yunanistan’a göç etmek zorunda bırakılmışlar. Hatta bu bağın anısına Gaziemir’de bir caddeye, Gaziemirli Haris Alexiou Caddesi ismi bile verilmiş.
Hadi şarkıyı bir kez dinleyin. Aman, kuzum, kestane, fasulye, köfte kelimeleri, şarkının orijinalinde de benzer şekilde söyleniyor. Bu da çizilmiş sınırların hükmünün dile geçmediğini nasıl da gösteriyor. Sonra, beni kitapçı yollarında esir alan hasret dolu, özlem dolu, yağmurlu günler ve geceler dolu hüzünlü kadını, şarkının sözlerinde değil de Alexiou’nun sesinde bulmaya çalışın. Zor olmayacak.