“Bir seçme şansın olsaydı, uçmayı mı, görünmez olmayı mı tercih ederdin?” diye sordu.
“Görünmezliği.” dedim anında.
“Bense uçmayı seçerdim.” dedi. Bir anlık durakladı ve devam etti:
“Kuşlar çok mutlu olmalı.”
Sonra gitti. Kızım uzaklaştıkça ardından onu izledim. Ve düşündüm: “Neden o uçmayı, bense görünmezliği tercih ettim?”
Onun görünmemek için hiç bir nedeni yoktu. Saklanmayı, yok olmayı neden istesin ki? Bana gelince, yeteri kadar sorunlarım, uzaklaşmak istediğim sorumluluklarım, sonlandırılmayı bekleyen yarım kalmış işlerim, etrafımdakilerin düşünceleri… Yüküm ağır. Sizler gibi boğuluyorum düşüncelerimin derinliklerinde. Uçmak, hafif hissetmektir. Fazlalıklarından kurtulmaktır. Bense dünümü, bugünümü ve yarınımı yüklenmiştim. Uçmayı hayal edemeyecek kadar meşguldüm ve olacaktım da.
Bu diyalogumuz, Monrovia’daki en yüksek binanın orta katında gerçekleşti. Kızım önden koştu. Biz de binanın üst katından çevrenin manzarasını izlemek için iki yerel rehberle birlikte arkasından merdivenleri çıkmaya devam ettik. Pozitif iki rehber ve biz. Düşündüm, acaba onlar hangisini tercih ederlerdi? Kendilerine sormadım.
Çoğunuzun bildiği bir hikayeyi hatırladım: Bir bilim adamı çayı geçmek için yaşlı bir köylünün kayığına biner. Yeni yola koyulmuşken, düşünür, köylüye astronomiden bazı sorular sorar. Bizimki mahcup bir ifade ile bilgisiz olduğunu ifade eder. Bilim adamı şaşırır, nasıl bilmez diye hayıflanır. “Bunları bilmeyen bir insan hayatının üçte birini kaybetmiş gibidir.” der. Biraz daha ilerlerler. Sessizliği yine bilim adamı bozar. Yeni sorular sorar, bu defa da cevap alamaz, sinirlenir, “Bana göre bunları bilmeyen insan, hayatının kalan üçte birinden vazgeçmiştir.” diye devam etmek isterken, köylünün heyecanlı sesi onun devam etmesine izin vermez. Köylü, bilim adamına yüzme bilip, bilmediğini sorar. Ne olduğunu anlamayan bilim adamı “Hayır.” cevabını verir. Köylü, kayığın delindiğini, içinin su aldığını, kıyıya ulaşmanın imkansız olduğunu bildirir. Ve ekler, “Bu halde siz hayatınızı tümüyle kaybedecek gibisiniz.”
O iki rehber, artık kullanılmayan, çoğu yeri yıpranmış, dağılmış olan binada bize öncülük ediyor ve en üst kata geldiğimizde şehirlerini nasıl hayranlıkla izlediğimizi görüp mutlu oluyorlardı. An’ı yaşadıkları, zevk aldıkları o kadar belliydi ki.
Mesela, 1960’larda inşa edilmiş, zamanında kıtanın batısının en lüks oteli ünvanını taşısa da iç savaşlardan nasibini almış ve şu an kullanılamayan bu muhteşem yapının bir daha eski görünümüne gelmesinin zor, hatta imkansız olması fikri onları rahatsız etmiyordu. Ve üstelik ülkede benzer bir rakibinin olmamasını umursuyor gibi değillerdi. İşleri turistlere rehberlik yapmaktı ve vazifelerini zevkle icra ediyorlardı.
Bense üzülüyordum; neden acaba zamanında restorasyon yapılmamış, neden bu konu kimsenin gündeminde olmamış ve daha başka pek çok cevapsız soru. Cevaplarını bilsem bu soruların hakikati değişecek mi?
Kızım, Monrovia’nın en yüksek noktasından şehri izlemenin, havada süzülen kuşlarla aynı yükseklikte olmanın zevkini yaşıyordu. Tıpkı Liberyalılar gibi.
Ben, biz, sizlerse hep düşünceliyiz. Ve sadece düşünerek bir şeyleri değiştiremeyeceğimiz gibi kendimizi de yıpratıyoruz. Çok fazla bilgi her zaman iyi gelmiyormuş. O zaman Liberyalı gibi hissedebilmek en rahatıdır, en huzurlusudur. Mevcut şartlarda, en doğrusudur.
Ve belki de o zaman kızım bana, “Bir şansın olsaydı, neyi seçerdin?” diye sorsa görünmez olmayı değil, süzülmeyi; yok olmayı değil, görünmeyi seçerdim.
Kızımın resmini babası o gün bizim diyaloğumuzdan habersiz, Dukor Otelinin en zirvesinde çekmiş. Ne ben ne eşim çatıya kadar çıkmadık, cesaret edemedik. Ama “sütlü çikolata”mızın mutluluğunu son mertebeden izledik.