“Ayşe Şasa. ‘İnsan’a ilişkin bir pencere açmak kaygısıyla yürüyen kadim bir kayalık. Bir ‘yolda olma’ hali.”
“Evrende her şey eksiktir ve yenilenir” denir. Bu bir kuraldır fakat bu kuralı aşan bir başka şey ise ‘sürekli değişim ve oluşum kuramı’dır. Değişen ve dönüşen dünyanın kültür ve sanatına ilişkin bazı seslerle ilgilenen kişiler bir düş görme biçimiyle yola çıkar. Çünkü düş gören bir insan orada bir şey yapmak ister, hareket eder, tepki gösterir ve konuşur. ‘Yazın dünyası’nın zenginliğini farklı açılardan ele almak oldukça zordur. Birbirini daha iyi anlamaya yarayan farklı görüşler insanı daha güçlü kılarak yazmaya iter. Çünkü yazının insan onurunu koruyan bir gücü vardır.
Ne kıyıcı ne de kayırıcı bir dertle yola çıkan kadın bir bilge…
Bilgelik… İmgesel olarak karanlık, tuzlu, duru bir kaynaktan sonsuzca türeyerek akmaya devam eden tarihin kaygan ve uçucu dünyasındaki kadim kayalık. Bu imge, insanın varoluş hikayesindeki kahraman olarak orada duruyor. Bizler evrensel bir dil bulana dek bu bilgeliği kendi kalemimizden duyurmanın, uzun yolculuğu aydınlatacağına inanıyoruz. Ne kıyıcı ne de kayırıcı bir dertle yola çıkan kadın bir bilgeden bahsetmek istiyorum: Ayşe Şasa. ‘İnsan’a ilişkin bir pencere açmak kaygısıyla yürüyen kadim bir kayalık. Bir ‘yolda olma’ hali. Bu yolda oluşun nasibine düşmüş birkaç güzel insan da Şasa’nın mihenk taşları arasında yerlerini alır. Bunlardan en özeli İsmet Özel’dir. Bu Ülke’nin kimliksizleştirdiği cisimleşmiş aydın grubundan İbnü’l Arabi’nin Fususu’l Hikem’inin peşine düşerek çıkan Şasa’yı başka bir eşikte karşılarız. O daha çok ‘bu ülke’nin mütedeyyin, Mustafa Özel’in tanımıyla “otobüsteki iyi çocukların” bir sembolüdür. Kemal Tahir ve Cemil Meriç’in bayrağını taşıyan yerli bir bakış olarak otobüste yerini alır.
1941 yılında İstanbul’da doğan Ayşe Şasa, gözlerini açtığı evin sosyal yaşantısı, kültürel göstergeleri ve eğitim anlayışı ekseninde zaman zaman gergin bir çocukluk ve gençlik dönemi geçirir. Tekdüze bir hayatı vardır; gerçi Şasa lüks ve refaha boğulmuştur ama yine de sıkıcı bir hayattır. Arnavutköy Kız Koleji’nde okuduğu lise yıllarında bir etkinlik çerçevesinde yazmış olduğu senaryonun takdir görmesi onu bu noktada yeteneğini keşfetmeye iter. Deneyimleri, başından geçen olaylar, kolej maceraları, kız arkadaşlarıyla sohbetleri senaryo yazımına belki de katkı sağlamıştır o dönem. Ama Şasa olağanüstü çok malzeme biriktirmiştir ve bunları sonraki yıllarda biçimlendirmek için çok fırsatı olacaktır.
“İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür” sözünün karşılığıdır Şasa. Çünkü yaşantı, duyguyu ve düşünceyi başka bir deyişle aklı da yüreği de birlikte içerir. Bunların birbirine yol göstermesi, birbirini etkilemesiyle ortaya çıkan eser uyum kazanır, bütünleşir. Şasa yarattığı karakteri de bu minval üzerine kurgular. Ah İstanbul’da yoksulluk, görgüsüzlük, bilinçsizlik, körlük, dürüstlük, katılık ve yumuşaklık, büyüklenmelerle alçalmalar “mantık geçirmez bölmeler” halinde istiflenir karaktere. Bir karakterde birçok insan yaşar Şasa’nın hikayelerinde. Montaigne, “bir insanda, insanlığın bütün halleri vardır” der, Şasa da bu sözü yarattığı karakterlerin içine işler ve unutulmaz senaryolara imza atar.
Görüntülerdeki spesifik semboller, mevcut hayalleri değiştirebilme etkisine sahiptir. Sembolik formlar sinema aracılığıyla seyirciyle buluşur. Şasa öykülerini yazarken aslında kimsenin görmediği ve bilmediği bir açıyla ele alır toplumu. Yarattığı karakterler bir amaç taşır ve yaptıkları eylemler bir amaca hizmet eder. Bundan dolayı kişisel bir tutkunun çıkarımını görmek mümkündür Şasa’nın hikâyelerinde. Tutku, tipik ve inandırıcı bir insan zaafını ya da toplumdaki bir bozukluğu simgelemesi açısından önemli bir kavramdır sinema için. Bu tutkunun zorunlu koşulların etkisiyle eyleme dönüşmesi, bu eylemin bir yaşam gerçeğini gün ışığına çıkarması ve seyirciyi sorunsal yanı ile düşündürmesi ya da yargılatması oldukça güç bir iştir. Şasa portrelerinde ilginç bir şekilde yetkisinin sınırsız gücü ile ahlak kaygısı arasındaki ikilemini inandırıcı olarak yaşatır.
Yazar yaşadığı gerçekliği inkâr etmez ama o ortama başkaldırır.
Gerçekte senaryo, biçimiyle, içeriğiyle, söyleyiş özelliğiyle bir yoğunluk göstergesidir. Şasa dil karmaşası yaşamadan öykülerinde kültürel sürecin farkındalıklarına odaklanır. Özlemin burukluğu yanında yalnızlığın acısını da buluruz yarattığı olay örgülerinde. Yalnız bir karakter portresini izlerken, yalnızlığın ‘damarlarında kırbaç darbeleri gibi, derinden yüzeye vuran bir senfoni’ ses çıkardığını görürüz. Duvarlar arasında, toplumdan kopuk olarak duyumsadığı yalnızlığı bir çivi gibi duvara çakmak, duvarı yalnızlığıyla okşamak insanlar kadar bütün varlıkların da yaşantısında vardır.
Elbette yazar yaşadığı gerçekliği inkâr etmez ama o ortama başkaldırır. Dolayısıyla eserlerinde daha derinden ve düşündürücü bir iklim görürüz. Katmanlar arası geçişleri yalın bir dille sunar. Hayat onu hacimleri daraltmaya zorlar. Dağınıklık, disiplinsizlik ve kargaşanın boğuculuğunu aşan bir dil evreni oluşturur. Yani yoğunlaştırılmış bir biçim titizliğiyle sunar öykülerini. Şasa’nın bu biçim arayışı aslında kendinden öncekilere ve kendisiyle aynı düzlemde olanlara bir ‘geri çekilin’ ve kendisine bir yol açılması için çağrıdır. İmgeleminde katman katman gelişerek büyüyen derinleşen yaralara şahit oluruz. Ve toplumsal yaralar onun sözcüklerinde iyileşmek için mutlaka bir yol arar.
Şasa’nın dönüşümü kısa zamanda olmamıştır. Kendi yolculuğunda tanıştığı şahsiyetler, okuduğu kitaplar onda derin izler bırakır. Tasavvufla olan ilişkisi onu hakikati bulma noktasında fazlasıyla etkiler. Sinemaya da hakikati bulma nazarından bakar. Sinema dili üzerinden bakıldığında hem görsel hem işitsel olarak kurgulanan hikayedeki sözcüklerin kullanımının nasıl seçildiğinin çok önemi vardır. Kullanılan metaforlar, söz dizimleri, gösterilen kare, odak noktası gibi birçok unsurun büyük etkisi vardır. İşte bu noktada Şasa’nın yazdığı metinlerin önemi vurgulamak istiyorum. Günlük hayatımızı şekillendiren söylemlerin toplumsal düzeni oluşturduğu yargısından yola çıkarak sinemasal anlatının toplum üzerindeki etkisinin yadırganamaz olduğu söylenebilir. Şasa, inandığı değerler ekseninde bir kültür oluşturma davasında olmuş bir yazardır ve toplumsal yaşamın inşa edilmesine kendi gerçekliği üzerinden bakabilmiştir. Toplumsal gerçekleri şifreleyerek sinema dilini oldukça başarılı bir şekilde aktarmıştır.
Yaşantı, duyguyu ve düşünceyi başka bir deyişle aklı da yüreği de birlikte içerir.
Toplumsal gerçekliğe rüyalar üzerinden dokunur Şasa. Hayalin zincirlerini kıran ve rüyaların kapısını aralayan çok fazla filme rastlanmaz Türk Sineması’nda. Çapkın Kız (1963), Cemile (1964), Son Kuşlar (1965), Murad’ın Türküsü (1965), Toprağın Kanı (1966), Ah Güzel İstanbul (1966), Balatlı Arif (1967), Ölmez Ağacı (1984) ve daha nicesi bakmak ve bakılmak karmaşık trafiğinin Şasaca imgelenmesidir. Onun oluşturduğu imgelem, gerçeği kırarak başka bir gerçeklik yaratmasını sağlar. Zor bir hayattır Şasa’nın; tamamlanmamış çocukluk, hüzünlü bir gençlik, sancılı bir olgunluk döneminin yolcusudur. Ama bunların hepsinden teslim olarak çıkmayı başarır senarist. Davası dünyadan büyük olan bir omuzla silkelenir ve durakta bekler. Ta ki iyi çocukların bindiği otobüs onu gelip alıncaya dek…