BAVUL

Parmaklarım kızıl kınalı, pamuksu saçlarının arasında ürkekçe gezinirken, diğer elimden yavaş yavaş döktüğüm ılık suları tenine yediriyordum.
“Beliklerime dokunmayın.” demişti. Pazen elbisesinden artan kırpıntılardan şerit şerit kestiği iplerle tutturduğu, ipler kadar ince kırk örgü. Dokunmadık. Ölüm bu kadar güzel mi kokuyordu? Beyaz sabunlu sular, solgun teninin üzerinden taş masanın giderine doğru akarken, ondan kalan son rayihayı da alıp götürüyordu. Ne çok incinmiş bir beden ne çok örselenmiş bir ruh. Sessiz, kıpırtısız. Dudaklarındaki hafif tebessüm içimi rahatlatıyordu. Emin ellerdeydi muhtemelen. Öyle olmalıydı, olmalı. Öyle istiyordum.

“SEVGİ ÇİÇEĞİ HUZUREVİ”. Tabelayı ilk gördüğümde kendimce hiçbir yorum yapmamıştım. Galiba zamana bırakmıştım. Neye göre? Kime göre? Keşke daha önce gelseydim mi? Ya da seçeneğiniz olmadığında veya tercih sıralamanızda en makul bulduğunuz zaman mı? Benimki ikisi de değil. Sadece yalnız ölmek korkusu. Çalan telefonların cevapsız kaldığı, karşı komşunun varlığımdan dahi haberi olmadığı, nice zaman sonra birilerinin aklına düşebileceğim gibi ölmenin korkusu.

İnsan fıtratı çok garip ve karmaşık. Tercihleriniz sizi bağlıyor ama kontrolün sizde olmadığı da zaman zaman hatırlatılıyor bir şekilde.

Çocukluğumdan beri kararlarımı hep kendim verdim. Arkadaşlarım, oyunlarım, eğitimim, mesleğim. Bu özgürlük daima tanındı bana. Tüm itirazlara rağmen, Yeşillik köyüne genç bir öğretmen olarak gidişim de böyleydi. İsmi yanıltmasın; kahve tonlarının ara sıra sürpriz yaparak yeşille haşır neşir olduğu yazları ve kurşuninin ağırlıklı olduğu, çarelerin çoğu zaman koca taşlarla bağlanıp deryalara atıldığı kışlarıyla, yalı prensesi gibi büyütüldüğüm bir evden, Zeyniler’e adım atmış Feride gibiydim. İki göz kerpiç damın okul niyetine kullanıldığı yapının bitişiğinde, tek odalı bir evim vardı. Buradan götüreceklerimin yanında; gelirken getirdiğim giysilerimi, kitaplarımı ve ben merkezli narin hatıralarımı sığdırdığım bavulumun lafı bile olmazdı. Yıllar geçtikçe boşalttığım bavulum.

Tercihleriniz sizi bağlıyor ama, kontrolün sizde olmadığı da zaman zaman hatırlatılıyor bir şekilde. Yeşillik’in hayatımı yeşerttiği rastlantı Hüseyin’le tanışmamızdı. Belli aralıklarla köyün hayvanları için gelen ve benim varlığımla bu geliş gidişlerini sıklaştıran genç veteriner. Hüseyin, düz bir adamdı. Öyle zamane kızlarının sıraladığı vasıfların çoğu kendinde pek de olmayan, ancak hayatımın tertemiz ve pamuklara sarılası yirmi iki yılını dolduran bir adam. Kızımıza, tanıştığımız ayın adını verdik: Nisan. Tam yirmi iki yıl sonra, yine bir nisan gününde, ana-kız onu doğduğu kasabanın selvilerinin altına sakladık. Bavulumuzdan eksilttiklerimizin içinde en kıymetlimizdi gidişi.

Nisan’ı eşiyle birlikte yurt dışına uğurladıktan birkaç yıl sonra, bir türlü alışamadığım yalnızlığıma son vermek niyeti ile buraya gelmeye karar verdim. “SEVGİ ÇİÇEĞİ” bir kelimenin ardında vaat edilen pek çok şeyden başka, sunulan en kalabalık yalnızlık bu ismin özeti. Burada gözünüze ilişen her ayrıntı, ortak ama başka başka hayatların hikayesi. Arka balkona gerilen ipte el ele tutuşup unutulmuş, rüzgârda savrulan solgun çamaşırlar gibi. Yatakların yanında duran komodin üzerinde, sanki hayat öpücüğü vadediyorcasına sıralı tansiyon, kalp, kolesterol ilaçları; okuyanını ele veren, ya Kafka, Orwell veya aşk romanlarının fildişi kulelerinin düşesi Cartland, Peyami Safa, Kerime Nadir kitapları; elişi, moda, bulmaca mecmuaları; rüya tabirleri veya hiç biri. Bazen sürpriz yapan mekanik ya da psikoloji temalı kitaplar. Elbette mekânın yaş ortalamasının vazgeçilmezi Güllü Yasin’ler, Mushaf’lar, katlanmış renk renk seccadeler, tesbihler, şişe dibi gibi kalın okuma gözlükleri, su bardağının içinde gülümseyen protez dişler. Çekmecelerde renkli yünler, tığlar, şişler. Ayna üzerine veya başucuna ahşap görünümlü ucuz plastik çerçevelere iliştirilmiş fotoğraflar. Bazısı siyah beyaz solgun, ucu yırtılmış, bazıları hiç gülümsemeyen. Belki de gülümsemeleri için sebebi olmayan. Bir kelimenin ardında vaat edilen pek çok şeyden başka, sunulan en kalabalık yalnızlık bu ismin…

Oda arkadaşlarıma gelince; Kontes Pervin ve Munise Hanım. Ben ve onlar. Tadı, kokusu, cinsi apayrı üç meyvenin aynı tabaktaki zorunlu sunumu. Pervin; giyimi, tavırları ve yaşına göre abartılı makyajı, vazgeçilmezi olan sabah sporları, hiç bitmeyen ama pek de faydasını göremediği diyetleri, ne işe yaradığını bir türlü anlayamadığımız kozmetik yığınlarıyla bu lâkabı hak ediyordu. Hayat dolu bir kadın. Burada bile. Munise… Aramızda birbirimize ön isimlerimizle hitap ederken, onun adı arkasına mutlaka “hanım” eklenirdi. Sebebini kendimize de izah edemediğimiz garip bir ağırlığı vardı. Onun komodininin üzeri hep boştu. Zararsız bir değişkendi. Alzaymır, zehirli bir sarmaşık gibi dimağını sarmalardı bazen. İsimlerimizi bile unuttuğu zamanlarda, çocukluk anılarını anlatırdı. O hep çocuktu, orada kalmaktan mutluydu. Hayatı ile ilgili pek malumatımız yoktu. Kurum çalışanlarının dediğine göre, genç bir adam bırakıp gitmiş birkaç yıl önce. Ne bir arayanı soranı ne bir mektup. Hiçbir şeyi yok. Sadece her ay ödenen ücreti kim bilir hangi yakınının vicdanına su serpiştiriyordu? Ayıp mı ediyorum bilmem, onu en çok sevdiğim zamanlar, hastalığı nüksettiği zamanlardı. Savunmasız bir çocuk gibi. Bir yetişkinde kolay kolay göremeyeceğiniz masumiyet ve dürüstlük.

Hayatı tek başına da yaşasan, kalabalıklar içinde de olsan değişen fazla bir şey yoktu. Yaşından dolayı zayıf ve seyrek olan saçlarını her banyodan sonra hiç üşenmeden tek tek örerdi. Unutmadığı tek ayrıntıydı. Çoğu zaman bunu ben yapardım ve ellerimin çok uzak bir geçmişte başka bir kadının, bazen çekiştirip bazen de kokusunu sıcacık içine çektiği nasırlı elleriyle yer değiştirdiğini düşünürdüm. Tam kırk örgü. Ne eksik ne fazla. Ara sıra kına ile kâküllerini ve örgülerini boyardı. Bu durumun ait olduğu yerin kültürüyle ilgili olduğunu düşünürdük, saygıyla kabullenirdik. Masallardaki kızıl örgülü küçük kızlara benzerdi. Yaşlı bedenindeki hiç büyümemiş küçük kız.

Dedim ya, en sevdiğim zamanları bizden koptuğu anlardı. Öyle durumlarda, ona kitap okurdum. Bir gün bana Şahmeran’dan bahsetmişti. “Dostun ihaneti kabir azabının dünyadaki ahvalidir.” derdi. Bu hikâyeyi daha önce de duymuştum. Öğrencilik yıllarımda, sıkça vakit geçirdiğim bir Beyazıt sahafında bulmuştum öyküsünü. Gözünü kırpmadan tek bir noktaya dalar, dinlerdi okuduklarımı. Nisan’ın küçüklüğünü hatırlarım. Her akşam, yatmadan aynı küçük masal kitaplarını, bıkmadan okuturdu bana. Bazen sıkılır, birkaç cümleyi atlardım. Ama hemen fark eder, eksiği tamamlardı. Munise’ye hiç yapmadım bunu. Yapamadım.

Munise, bazı yerlerinde neyi çağrıştırdığını bilemem, kıpırdanır ve anlamadığım bir mırıltıyla bir şeyler söylerdi. Bize hiç bahsetmediği geçmişiyle ilgili çağrışımlar olduğunu düşünürdüm. Asla kurcalamadım. Unuttuğu zamanlar mutluydu, öyle kalsın istedim.

Burada, dışarıyla haşır neşir olunan günler, bayram sabahları ve rutin ziyaretlerdir. O günün sabahında banyolar yapılır, en şık kıyafetler giyinilir, tıraşlar olunur, saçlar bir başka taranır. Alışılagelenin birkaç saatliğine de olsa hüzün soslu mutlu saatleri. Gelenin gitmek için gelinenin de bitmesin diye saniyeleri kovaladığı ziyaretler. İçilen çayların yanında atıştırmalık hasbihaller, anılara yolculuk, bazen gözyaşı, bazen sitem. Ama hep aynısıyla tekrarlanan, bir sonrasına evrilen ziyaretler. Bir sonrasında, bazılarının artık gelebileceği kimsesinin olmadığı. Böyle zamanlar, sessizliğin öğrenilmiş, kaçınılmaz rengine boyanır. Boşalan odalar yeni simalara açılır, komodinler yeni sakinleri tarafından donatılır. Giden, bavulundaki her şeyi bırakır. Hatıraları, beklentileri, korkuları. Yeni gelen doldurana kadar.

Burada size sunulan bir şey daha vardır ki, o da geriye dönüşlerinizdir. Hatalar, sorgulamalar, amalar ve niçinler. Yüzleşecek zamanınız, size lütfedildiği kadardır. Benim yüzleştiğimse, Munise’nin vefatı ile olanıydı. Gidişi, her ölüm gibi düşündürücüydü. Düşündüğüm şey, ölümün dehşeti ya da hüznü olmadı. Hayatı tek başına da yaşasan, kalabalıklar içinde de olsan değişen fazla bir şey yoktu. Sona yalnız gidiyorsun ve yalnız ölmek korkusu bir şey ifade etmiyor. Munise’nin yatağı, dolabı çok geçmeden bir başka sakinini ağırladığında, bazı korkularınızın pek kıymeti harbiyesi olmadığını görüyorsunuz. Önce başkalarının boşalttığı bavulda ve bir gün kendi bavulunuzda.

0 yorum
1 beğeni
Prev post: ZERRENext post: ROTA BUN

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Arşiv
Kategoriler
En Son Yazılar

Aylık Ücretsiz Dijital Dergimize Abone Olmak İster Misiniz?

Yazının Yayınlanmasını İster Misin?

  • Kapadokya
  • Mercan Dede
  • https://konsoledebiyat.com/wp-content/uploads/2024/11/Konsol-Edebiyat-Website-Fon-2-1.mp3