Gökyüzüne bakıyor ve bir yandan da okumaya çalıştığı kitaba tutunuyordu; ‘bilemiyor işte.’ ‘Bilmek’ dedi ve yine o tuhaf küçümseyici tebessüm yerini aldı yüzünde; ‘ne büyük budalalık’ ve mırıldandı; ‘ihtimal ki bir şeyleri bildiğini zannetmek kadar büyük bir yanılgı daha yok bu dünyada.’
Yine düşünceye durdu ilkbaharın nefesini sesini haber veren kuşları duydukça, onlarla birlik oldukça. Hem yanı başlarında hem de çok uzağındaydı kadim dostlarının. Oysaki ‘az’ mı kanatlarında süzülmemişti vadilerin, ormanların, gri şehirlerin üstünde onlarla. ‘Az’ mı kaçmamışlardı birlikte kalabalıklardan ve kabalıklardan. Ne çok hem de ne çok imrenmişti onlara ve kıskanmıştı asaletlerini, yalnızlıklarını. Öyle ki onun ‘az’ da kahrını çekmemişlerdi; ‘Göklerin efendileri.’ ‘Ah’ dedi ‘ah mesafe… Neden bu denli çarçabuk yerini buluyor ve alıyor hayatımızda sevdiklerimizle, özlediklerimizle.’
‘Neden’ dedi uzun süredir hasbihal etmediğini fark ettiği ulu ağaca bakarak. Naif ve derin bir muhabbete koyulmuştu; ‘neden inişli ve çıkışlı bir hayatın namzedi olmak zorundaydı, kolayı, en kolayı varken ve mümkünken… Zahmetsizi, can yakmayanı dururken nedendi kendini bunca sınama.’ Orta hallisi, orta yolu varken ‘Hayatı Yaşamanın,’ bu arayış, bu çokluk nedendi…
Aslında biraz müptela, az biraz da münzeviydi. Güldü; ‘akıl kârı olmadığı gibi hayra alamet de değil’ dedi bu haller. ‘Hudutlar’ daim sevdikleri ve ardında olduklarıydı. ‘Nedir insanın gerçek mucizesi’ dedi anılarına döndü yüzünü ve bir ‘an’ içinde buldu o sırrı; ‘kendini yenileyebilmek…’
‘Ürpertiyor beni’ derdi, ‘yaşam ve ‘yaşam zedeler.’ Yine anılara döndü yüzünü, aradıkları oralarda bir yerlerdeydi, emindi. Onlarla yüzleşmeye başladıkça anımsamaya başladı, vakti ile neyin nasıl olduğunu. Daha bir yüreklenmiş, cesaret namına ulanır olmuştu; içindeki mahzuna inat. ‘Herkes benzer değil mi’ dedi ‘tezatlıklardan olma bir silüet…’ Sezer ve bilirdi; ‘hudutların da sınırı olduğunu.’ Sever ve arar oldu nihayet hudutları ve sınırlarıyla bir derdi olmayanları. Nitekim lazımdı onlar ona, salına salına yürüdüğü hayat yolunda, yolunda gitmeyen her şeyi anlayabilmek için. Kiminden ders aldı, ibretle… Kiminden ilham aldı, ilimle… Kiminin de rahlesinden geçti binbir güçlükle… Yüzleşti, güçleşti, bütünleşti ve kucaklaştı hepsiyle.
‘Doğru mu’ dedi, ‘bunca mücadeleye katlanmak. Elzem mi zemheri acısını akıtanlara yüreğini açmak? Ben neysem oyum. Rağmıma ve aksine nasıl yaşayabilir, inanabilir ve hissedebilirim ki. Doğru,’ dedi.
Bir gün yine aynı kuş, geldi kondu omuzuna. Eski günlerin hatırına dostluğunu şakıdı. Belli ki özlemişti ve özlenmişti. ‘Ah zaman’ dedi. O kuş anlamıştı, tek kelime ve bir ünlem içine sıkıştırılmış manayı, aradan yıllar geçmesine, neler neler artlarında bırakıp gitmiş olmalarına rağmen. Bunca zaman boyunca biriktirdiklerini anlatmak, onunla sarmaş dolaş, can ciğer olmak istedi. Ha başladı ha başlayacaktı sözlerine ama devamı gelmedi; ‘Nasıl yani, nasıl olabilir böyle?’ Neden bu denli zorlaşmıştı gri saatlere varan günlerin sonunu getirmek, hiç bitmesin istedikleri sohbetlere başlayabilmek?
‘Ne değişti?’ dedi, ‘ne oldu da yabancısı olduk hallerimizin?’ Hudutların Sınırından bir ses duyar gibi oldu, irkildi: “Sen, sen uzağımıza düştün.” Oysaki yıllar, günler, saatler ekmişti bu dostluklara ama şimdi başka bir şey oluyordu sınırlarda. ‘Sahi’ dedi ve durdu; ‘olabilir miydi sahi?’ O da pek çokları gibi atılmış ya da düşmüş müydü sınırlardan? Bulanmış mıydı o da herkesin bulandığı ‘şeylere?’
Dışarıya çıkmalı, gün yüzü görmeli, Günebakanlardan ilham almalıydı. Selamlamalıydı, gözünün iliştiği her yeri, sesini duyabildiği herkesi, varlığına şahit olduğu her şeyi; ‘bir karar verdim, o halde simam, ruhum hep güneşe dönük olacak, karanlığa değil.’ Oysaki biliyordu ne menem bir münzevi olduğunu, geceye, griye olan müptelalığını. ‘Zor’ dedi bir ara, ‘çok zor…’ Temelleri titreyen, sızlayan ve belki inleyen bir gömünün üzerine bir şeyleri inşa etmek… ‘Yürek dayanır mı sahi buna?’ dayanmazdı elbet, dayanamadı da ama bir niyete durmuştu işte, ‘vira bismillah…’
‘Ne arıyorsun o halde’ dedi, ‘aradığın nedir?’ Durdu, düşündü, yutkundu… ‘Bilemiyorum,’ dedi önce, ardından bir cesaretle devam etti; ‘Kum saatinin dibinde, zamanın heybesinde bıraktığım parçalarım,’ diyebildi. O kuş susmadı devam etti; “Ben de onlardan biri değil miydim? Bak beni de buldun yine, yeniden. Nerede olursan ol, nereye konarsan kon, bulurdum seni ve buldum da.” Anlıyordu onu da anladığı her şey gibi… Ama bahtına susmak düşmüştü o hengamede, ikrarı içinde saklı olan.
‘Ne hoş bir esinti bu,’ dedi ‘yüzümü okşayan, nefesime karışan.’ Süzülmek isterdi, gök ehliyle kol kola ve dönmek isterdi bir ilkbahar serinliğinde yuvaya. Heybesindekilerle dalıp gitmeyi dilerdi; geçmişe ve bıraktığı her şeye. El ele, yüz yüze muhabbete koyulmak isterdi, tüm parçalarıyla…
Gökyüzüne bakıyor ve bir yandan da okumaya çalıştığı kitaba tutunuyordu; ‘bilemiyor işte,’ kararında bir ‘yaşamın’ nasıl olabileceğini… Bilemiyor dedi ‘insan…’