Bir gün, bir şeyi başaramamış da en büyük başarısızlığı o olmasın diye, o günden sonra hiçbir şeyi başarmaya çalışmamış gibiydi.
Elini uzattığı her işi yarım bırakıyor, yıllardır hayalini kurduğu şeylere başladığında, sona yaklaştığını fark edip, devam etmiyordu yoluna. Hayatı,
başlanmış ama bitirilmemiş hedeflerle doluydu ve onlara ulaşabilmesi için önünde kendisinden başka engeli yoktu. Hikayesini anlatması gerektiğinde mesela, eksikliklerinden, yarım bıraktıklarından -ama sor bakalım neden yarım bıraktıklarında- bahsediyor; kusurlarını göz önüne sererek kimsenin onda yeni bir tane bulmasına fırsat vermemeye çalışıyordu.
Yaralarını anlatıyordu biraz samimi olduktan sonra. Biraz dedikse, bunun için yıllarca, acıtmadan dinlemiş olmak gerekiyordu onu. Yaralarını anlatıyor, anlattıkça yeniden kanıyor, yeniden acıyor ama en çok yaralarını anlatmayı seviyordu.
Uzun yıllar sonunda bahsetmeye başladıysa eğer yaralarından yeniden, önce omuzlarında rütbe gibi parıldadıklarını ifade ediyor, sonra
gülümseyerek anlatıyordu nasıl var olduklarını. Ama o gülümseme, anlayan birine denk gelse, canının teninden çekildiğini, kendi içinde karanlıklarda kaldığını ve imdat diye bağıran küçük kız çocuğunun titreyişini fark edebilirdi. Oysa o, daha büyük bir gülümseme ve iç çekişle “Bir üşüme geldi birden, sesimin titremesi ondan.” deyiveriyordu.
Ne vardı sanki ‘Anlattığım bu hikaye beni çok üzdü.’ dese. Ya da ne bileyim, ‘Hâlâ yakıyor küllenmiş sandığım yangınlar.’ dese. Fakat o vücudunun sarsıldığını gösterebilecek en büyük titreyişinde, başını göklere çevirerek dolu dolu bir kahkaha atıyor ve üşüme yalanını yineleyerek bütün ipuçlarını ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Okuduğu kitaplarda beğendiği sözler olurdu mesela, bir deftere not ederdi onları. Tabi bu, takılıp kaldığı ve başarısızlık olarak ayağına zincirlediği olaydan önceydi ki aslında sadece hayatın olağan seyrinde bir karar vermiş ve sonuçlarıyla çok güzel bir yolun önü açılmıştı. Güzel alıntılar biriktirirdi sıradan defterlerde. Okuduğu her kitapta aynı şeyi arar, hatta her okuduğu kitabı hayalinde yanında var olanlarla okur, kitap okurken bile onların hoşuna gitmeye çalışırdı.
Sonrasında ise ne zaman eline hayran olduğu bir kitap geçse, yazık olmasın kimsesiz kalmasın cümleler diye, aklı kitapta kalsa bile okumamayı tercih etmeye başladı. Ne saçma… İnsan yeni bir dünyanın kapısı açıldığında neden adımını atmaz ki içeriye? Yeni dünya dediysem ölüm değildi bu, hayatının yeni bir perdesi. Fakat o, geçmişinde, tam da şairin dediği gibi “Ölüm gibi bir şey olmuştu ama…” ölmediğini sanıyordu. Ve kendi hoşuna gidebileceklerden kendini mahrum bırakarak istediği, çok da merak ettiği ama okumadığı kitaplar listesini uzatıyordu.
Kuyruğuna teneke bağlanmış bir yavru kedi gibi, peşinden ayrılmayan hayalleriyle yaşıyordu. Kaçtıkça gürültü çıkaran, gürültüden korktukça daha çok kaçan, kaçmaktan yorulan, korkmaktan yorulan ama koşmaktan vazgeçmeyen… İnsan hayallerini kovalar asıl, bu nasıl iş dediğinizi duyar gibiyim. Vallahi hayalleri onu kovalıyordu. Olur mu bir gün, diye arzuladıkları kapısında sıra olmuş, kendilerine sadece bir adım gelmesi için bekleşirken o hala tıkırtılarından ürküp gulyabaniden kendini sakınır gibi saklanıyordu.
İşte yine döndük başa. Çünkü o bir gün, bir şeyi başaramamış da en büyük başarısızlığı o olmasın diye, o günden sonra hiçbir şeyi başarmaya çalışmamış gibiydi.