BİR VALİZ

Her şey müdürün “Hoca Hanım, branşınızı müfredattan kaldırdık. Lütfen istifanızı yazıp muhasebeye verin.” demesiyle başladı. Bunları duyduktan sonra ne yapması ne söylemesi gerektiğini bilemeden birkaç saniye öylece donup kaldı. Ağlamamak için aldığı derin nefesle kendini toparlayıp “Ama tatilden sonra ders saatlerimin arttırabileceğini söylemiştiniz.” diyebildi.

Birkaç saat önceki muhabbet aklına geldi: “Kahvaltıdan sonra okula bir uğrayayım. Müdür ders saatlerimin artabileceğini söylemişti. Bakalım kaç saat daha vermişler. Bir de gidiyormuşum, müdür ‘Biz branşınızı müfredattan kaldırdık.’ diyormuş.” Aptala mı, abdala mı malum olmuştu, yoksa insan bu kadar mı şom ağızlı olabilirdi? Altıncı hissinin güçlü olduğunu biliyordu da bu kadarını o da bilmiyordu. Hemen kendine geldi. Çatallı, bir o kadar da kısıktı sesi.

– Ne yapmam lazım?

– İstifanızı yazıp sekreterliğe verin.

Sekreterlik neredeydi? O neredeydi? Avucunun içi gibi bildiği okulunda nereye gideceğini bilemedi. Bir hata yapmış da okuldan kovulmuş gibi hissediyordu. Yüzü, yere düşmüş bir alev topu gibiydi.

Titrek elleriyle karaladı bir şeyler, ne yazdığını bilmeden. Sahi istifa nasıl yazılırdı ki?

Bir yerlerde “Arkanı dön ve çık, istenmiyorsun artık.” şarkısı mı çalıyordu, ona mı öyle geliyordu? “Ne alaka okulda! Kızım, o senin kendi kuruntun. Her söze, her duruma uygun bir şarkın vardır ya senin.

Hepsi bir yana, ben bu diplomayı mutfağa mı asayım? Diplomalı ev hanımı!

 

Canım bu durumda da olmayıversin.” diye söylendi içten içe.

İstifasını verdi, arkasını döndü ve çıktı. Bir daha dönmemek üzere.

Yerde kalan gözleri ayaklarıyla iş birliği yapmış, evin yolunu bulmaya çalışıyorlardı. Uzun ince bir yol muydu evin yolu, hatırlamıyordu ama iki yıl önce ne umutlar ve hayallerle bu şehre geldiğini hatırlatacak kadar uzun ve inceydi.

İnsanlar mezuniyetten sonra iki yıl anasının yanında, ekmek elden su gölden takıldı sanıyordu ama öyle değildi. Hayallerini süsleyen mesleğe başlamış, vekil öğretmen olmuştu. Sıcacık ev, hazır yemek, maaş cepte… Tam da bu sırada gelen bir iş teklifi ile yine yollara düşmüştü.

Ankara Garında tek bir valizle otobüse yetişmeye çalışırken kendi bacağına sıktığını fark etti. “Yine mi göçebelik, öğrenci evleri? Neyse, belki evlenirim.” dedi içinden, pis pis gülümseyerek.

Evlendi de gerçekten. Nikahta da bu kadar mı keramet olurdu? Dört beş ay sonra işsiz kaldı. “Koca şehirde, koca evde, yok yani o manada değil; kocaman evde ne işim var benim?” demeye başladı. İşi yeni hayatının çivisiydi. Her şey laçkalaşmıştı. Temmuzdu. Sıcaktı. Soğuk duş her zaman iyidir ama bu çok olmuştu. İçindeki her şey buz kesti. Raydan çıkan soru işaretlerini tutabilene aşk olsun. “Elalemin memleketinde ne işim var? Neden ben şimdi durup dururken o yüzüğü parmağıma taktım ki? Yoksa sırtlardım valizimi geldiğim gibi… Hepsi bir yana, ben bu diplomayı mutfağa mı asayım? Diplomalı ev hanımı!”

Valizini sırtlayacaktı geldiği gibi ama bu sefer başka sevdalara. Bilseydi bu gidişin dönüşü olmadığını o valiz çıkar mıydı derinlerden?

Yaz tatili bitmiş, okullar açılmıştı. Gönlünde de kapatmaya çalıştığı yaralar… Yaralarına tuz basan okulunun servislerini, tanıdık öğrencilerini görmek ve bir anne edasıyla “Allah zihin açıklığı versin.” konumunda olmak… Ne alaka! “Nerede benim valizim?” diyesi geliyordu hatta diyordu ama…

Bu arada eşinin yoğun bir çalışma temposu içinde olması, onun yoğunluğunu fark etmemesi ayrı bir valiz toplama sebebiydi. Evet, çok yoğundu. Hayal kırıklıkları, yalnızlıkları ile öyle haşır neşirdi ki… İyi ki balkonu vardı. O terapi merkezi gibi balkonu olmasa nasıl üstesinden gelecekti bu yoğunluğun?

“İnsan terapi merkezinde konuşarak rahatlar, benim çenem tutulacak. Bizimkiler’in Cemil’i bir, ben iki. Pencere, balkon farkıyla.”

Bir yıl sürdü bu kördüğüm. Çok yol denedi çözmek için. KPSS’den bile medet umar oldu branşında atama olmadığını bildiği hâlde. Çaresizlik… Çaresizlikler olmalıydı belki insan hayatında, cesaret edilemeyen ama yaşanması gerekenlere adım atabilmek için.

İnsan terapi merkezinde konuşarak rahatlar, benim çenem tutulacak.

 

İşte çaresizliğin artık tavan yaptığı o anlardan birinde gelmişti eşinden teklif. Ah bu teklifler… Düğmeye basıldığının resmiydi. “Haydi Abbas, vakit tamam.” şarkısının yeriydi.

– Almanya’ya yerleşelim.

– Efendim? Yaz tatilinde bile katlanamazken yağmuruna, bulutuna, sessizliğine… Temelli mi gidelim? Çenemin tutulmasına razıyım.

– Ama orada öğretmenlik yapabilirsin belki. Sen Almanca öğretmenliğini bitirmedin mi? Fıstık gibi oturma iznin de var. Ee baban da orada.

– Hee, Almanya da beni bekliyordu öğretmenlik için, dedi. Dedi ama içine de bir kurt düşmüştü. Olabilir miydi gerçekten böyle bir şey?

Kafada şimşekler çakmaya, sol tarafında Ramazan davulunu duymaya başladı. Damardan verilince teklif, yaptığı yan etki ile ne, ne zaman oldu hatırlamıyordu bile. Ne zaman evini boşalttı? Ne zaman daha bir senesi dolmamış, özene bezene seçtiği gelin mobilyalarını paketledi? O uçak bileti ne zaman alındı?

“İşte gidiyorum çeşm-i siyahım!”

Eşi sonradan gelecekti. Eşyalar depoya, o eşiyle havalimanına, eşi daha sonra anasının yanına. Oh mis!

Tek bir valizi vardı yine yanında. Her şeyi arkada bırakarak gitmek, bir valize ne sığdıysa… Öğrencilik yıllarında da hep cam kenarıydı yeri; kaderin cilvesi uçakta da. Tanıdıklarını yolculayanları görebiliyordu. Ne acı ki eşini de. Hatta bakışlarına kadar. “Acaba hangi uçakta?” diye soran üzgün bakışlar…

Kim olduklarını hiç bilmediği birkaç yüzü görmek iyi gelmişti ona.

 

O güne gitti. “İstifamı verdim, arkamı döndüm ve çıktım bir daha dönmemek üzere.” Ok da yaydan çıkmıştı artık bir daha dönmemek üzere.

Uçak inmiş, onu karşılayacak kişi ile bir şekilde buluşmuştu. Aylardan ağustos, mevsimlerden yaz… Sonbahar olacak değil ya. Ama sonbaharı aratmıyordu hava. Yağmur yağıyordu. Şaşırmamıştı. “Tipik Almanya,” dedi, kaşlarını yukarı kaldırıp yüzünü buruşturarak. Yağmur sadece orada yağmıyordu ama. İçinde de öyle şiddetli gök gürültüsü, şimşekler vardı ki; akıyordu oluk oluk, ne zaman taşacağını kestiremediği yağmur. Kalbi, altında bulunduğu gök kubbeyi aratmayacak kadar kararmıştı.

Çok ıslanmamak için koşar adımlarla onu kalacağı yere götürecek arabaya bindi. Yol boyu arabanın penceresinden boş gözlerle etrafı seyretti, tek kelam etmeden. Nihayet kalacağı yere gelmişti. Sağa sola şaşkın şaşkın bakarak tedirgin adımlarla girdiği evde yavaşça elindeki valizini bırakacak yer aradı, içeri girdiği anda duyduğu kokunun şokuyla. Yıkanmış, evin içine asılmış çamaşır kokusu. Bu kokuyu tanıyordu. “Dakika bir, gol bir!”

Çocukluğunun sıkıcı pazar günlerini hatırlatan koku… Her pazar çamaşır yıkanır, soba da yanmazdı. Evde bir yandan deterjan kokusu, bir yandan da soba yanmadığı için eve hakim olan soğuk. Ya pazar konserine ne demeli?

Kendine eşlik eden kıza zorla tebessüm ederek kalacağı odaya girdi. Kapıyı kapattı. İşte o an içindeki şelale gözlerinden çağlamaya başladı. Bu macera başlamadan bitmeliydi. Kapalı kapılar ardından böğürme sesleri geliyordu. Hemen telefona sarıldı. Eşini aramalıydı. Bilet almalı, hemen dönmeliydi. Telefondan bazı sesler geliyordu ama kalbi gibi kulakları da sağırlaşmıştı.

Almanya’daki ilk saatleri “altın vuruş” etkisi yapmıştı herhâlde, o akşamı nasıl geçirdiğini, güneşin ne zaman batıp ne zaman doğduğunu hatırlamıyordu. Hatırladığı tek şey o sabaha dair, kahvaltıda yalnız olmadığıydı. Kim olduklarını hiç bilmediği birkaç yüzü görmek iyi gelmişti ona. Ya da o öyle istemişti, dönmeye cesareti olamadığı için. Belki de her şey yeni başlardı. Yeni bir ülke, yeni bir hayat… Uğruna her şeyi geride bıraktığı öğretmenliği yapabilirdi belki. Yemek borusunu yaka yaka midesine ulaşan çayın rahatlatıcı gücüyle böyle düşündüğünün farkında değildi belli ki. Yoksa bilseydi gelir miydi? Bilseydi beterin beteri olduğunu, bilseydi hayalleri ile arasında koca bir on beş yılın geçmesi gerektiğini, daha nicesini bilseydi gelir miydi?

“Gelmezdim. İyi ki bilmemişim. Bilinmezlik de bir nimetmiş, onu bildim.”

 

 

 

 

 

 

 

0 yorum
0 beğeni
Prev post: KÖRDÜĞÜMNext post: İĞDE

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Arşiv
Kategoriler
En Son Yazılar

Aylık Ücretsiz Dijital Dergimize Abone Olmak İster Misiniz?

Yazının Yayınlanmasını İster Misin?

  • Kapadokya
  • Mercan Dede
  • https://konsoledebiyat.com/wp-content/uploads/2024/11/Konsol-Edebiyat-Website-Fon-2-1.mp3