“Deli Sakine öldü!. ”Düz bir ifade. Sorgulamayan, içi doldurulmamış, duygu ve ruh içermeyen. Oysa bir hayatın bitişi. Her nasıl yaşanmışsa da. Neye göre, kime göre deli?
Şu yaşıma kadar edindiğim öğretilerimi iki gruba ayırıyorum. “Harbiyeliler ve Alaylılar.” Her ikisi de aynı niyete hizmet etmiş elbet. İyi niyetli, yanlış değil ancak , bir kısmı eksikleri ve ince detaylara girmemiş olan haliyle.
Çocukluğumda yaz tatillerinde birçok arkadaşım gibi, başıma annemin yemenisini örter, ninemin diktiği bez torbaya kitabımı koyar mahalle camisinin kursuna giderdim. “Elif Ba” öğrenmeye. Sonra namaz sureleri, dini kıssalar, erdemli biri olmak için gereken ne varsa. Okulda da biraz daha sadeleştirilmiş haliyle. Buraya kadar olanı Harbiyeli kısmıydı. Ninemin tarafı da Alaylı. Hangisi daha etkiliydi derseniz, tercihim ninemden yanadır derim. Onun dışındaki her öğreti sanki içi tam doldurulmamış kavramlar veya tam pişmeden ocaktan alınmış yemek gibiydi. Niye? Neden? Cevapları genellikle ilahi bir kanunla ceza almamak adına zorunluluklardı. Oysa, meselenin insani boyutu hep havada kalan şekliyle çoğu zaman önyargılarımız ve egomuzla kuşatılmış. Yani, mazruf bırakılıp zarfla meşguliyet.
Ninemin yaşlı bir bilge olduğunu düşünürüm hep. Hiçbir yerde duyup bulamayacağınız en akılda kalıcı ve sadece dinlemekle kalmayıp, hayatıma da yansıtabileceğim en etkili kaynağım. Ben ve kardeşim ninemin dizinin dibinde büyümüş olmakla şanslıydık. Öğretilerini ne emir kipiyle, ne de kalıplaşmış neden, niçin tam cevabı verilemeyip havada kalmış gibi sorularla değil ,birebir yaşayarak ve etrafımızda olanları görerek alırdık.
Yalan söyleme, iftira atma, hırsızlık yapma, adaletli ol, gayretli ve çalışkan ol, temiz ol, saygılı ol, koru, gözet, sev. Peki neden yapmalıydım? Yolu nedir ve insan bu kadar yükü neden sırtlanır?
Konu sadece dini veya ahlaki zorunluluklar mı, ya da emirler mi, yoksa toplum düzeni ve sosyal birey olmanın gerekleri mi? İşte burada eksikleri fark ediyorsunuz. Çünkü birçoğu dilinizde kalıyor, gırtlağınızdan aşağı, kalbinize nüfuz etmiyor. Bazı şeyleri, nasibiniz varsa öğreniyorsunuz. Yoksa, “mış” gibi yaşayıp gidiyorsunuz. Bunun en güzel örneğini, haberi bile olmadan Sakine teyze, sadece bakan gözlere göre aykırı ve hırçın halleriyle göstermişti bana, ve her ne kadar ümitsizsem de, diliyorum ki başkalarına da.
Sakine teyzenin mahallemizde küçük bir tuhafiye dükkânı vardı. Oraya dükkân dediysem, öyle “Burası bir dükkân” dedirten türden değil, kendi halinde ufak bir mekândı. Haftada bir gün de semt pazarına tezgah açardı. Çoğuna göre tuhaf, sıra dışı biriydi. Çocuk aklımızla “tuhaflığın” ona dükkanın adından bulaştığını düşünürdük. Aynı zamanda bahçelerimiz bitişik yan komşumuzdu. Pek sevilmezdi doğrusu. Lakabı komşular arasında Deli Sakine’ydi. Deliliği, akıl sağlığındaki sıkıntıdan değil, mahalleliye göre garip, alışılmadık gelen davranışlarındandı. Olsundu. Şimdi düşünüyorum da, aynı atölyeden çıkmış gibi belli kural sıralamasına sadık insanlar olmak yerine, sıranın dışında bir yerde olmak hiç de yadırganası bir durum değildi. İtiraf edeyim, severim deliyi. Hangimiz içimizi dinliyoruz? Onun yerine her notası seçilmiş bir koroya mensup değil miyiz? Ağzı sıkıca kapatılmış mektup gibi. Okumadan bakmak yetmiş. O da zarfı açılmış, ama okunmamış olanlardandı galiba.
Çocuk aklımızla ondan ürkerdik. Vukuatı çoktu. Yine bir kurs cami dönüşü, dükkânının önünde bir adamı çalı süpürgesiyle tartakladığını görmüştük. Oysa az önce hocamız insanlarla iyi geçinmenin bir erdem olduğunu, başkalarına kötü davranmanın kul olarak bize yük ve sıkıntı getireceğine dair hikâyeler anlatmıştı. Sakine teyzeye kimse bunları anlatmamıştı demek. Bir yandan süpürgeyi adamın sırtına savuruyor, bir yandan söyleniyordu. Komşu esnaf elinden çekinerek almışlar ama onu sakinleştirmek çok zor olmuştu. Sebebini de anlamamıştık.
Bu onun ilk kavgası değildi elbet. Bir akşam üzeri bitişik komşunun kazı bahçesindeki marulları gagalayınca, kazı alıkoymuş, illa bir gece bende kalacak diye tutturmuştu. Kazın sahibi çaresiz bu çılgın kadınla didişmemek adına razı olmuştu. Ve ertesi gün kaz sahibine geri gitti. Tabii söylene söylene.
Annem de nasibini almıştı ondan. Gezmeyi çok severdi rahmetli. Bir keresinde ona “Dükkâna gel de sana kara lastik vereyim. Ayakkabına pislik bulaşmasın. Çok gezen tavuğun ayağına gübre bulaşır” demişti. Annemin çok zoruna gitmişti bu sözü. Bir süre ona bulaşmamak için bahçeye bile çıkmamıştı.
Mahalle pazarı tam da bizim evin önündeki sokağa kurulurdu. Sakine teyze de tezgahıyla evinin önünde yerini alırdı. Renk renk kurdeleler, boncuklar, el örmesi çoraplar, çocuk yelekleri tezgahındaydı. Küçük ahşap taburesine oturur, akşama kadar beklerdi. O, diğer pazarcılar gibi bağırmazdı, müşteriye davetkâr değildi. İster al, ister alma gibisinden. Gelen müşterisine neyi ne için alacağını da sormayı ihmal etmezdi. Ona göre uyum önemliydi. Bazen, yapılacak işe uygun tercih olmayınca, malını satmaz ve alıcıyı geri çevirirdi. Hele de pazarlık yapana hiç tahammül etmez adeta kovardı. Bu yüzden mallarının talibi azdı. Zaten dükkânı da çok işlek sayılmazdı. Kendisine ait, üç kişinin ancak sığdığı ufak bir yerdi. Kazancını ne eder, ne kadardır, nasıl ayakta tutar bilemezdik? Bir işte dikiş tutturamayan ve günlük işlerde çalışan ve aldığını şişelere yatıran oğlu ile onun kadar avare geliniyle babadan kalma bir evde ve gelirle yaşadığı için kendilerini ancak idare ederlerdi. Konu komşu, dükkânın üç kuruş da olsa gelirinden ikisine de kuruş koklatmadığını söylerdi. Kazancına ne olduğu da bilinmezdi.
Birilerini sevmek, sevmemek gibi insani duygularınız söz konusu olduğunda, kendinize göre gerekçeleriniz vardır. Sevmediğiniz insanlar için önyargılı olabilirsiniz. Peki ya sevdikleriniz için duyduğunuz önyargılarınız yok mu? Neden seversiniz? Sizden oldukları için mi? Peki ya seçme şansınız olmayan ailenizi? Kan, can bağınız oldukları için mi? Sevginiz çoğu zaman, sevmediğiniz yönlerine karşı baskın gelmez mi? “Evet”iniz ne kadar çok olursa önyargınız da o kadar baskındır. Sorgulamazsınız, nedeni niçini. Ama başkaları söz konusu olduğunda mahkeme kurarsınız. Tıpkı onun gibi.
Çok bilmiş eskiler “Deli deliyi görünce değneğini saklar” derler. Ninemde, mahallelinin Sakine teyzeye biçtiği gibi herhangi bir delilik emaresi yoktu. Ama, onunla en iyi anlaşan oydu. Bize de tembihlerdi ona karşı haddimizi aşmamamız mealinde. Annemse, ona yaklaşmamamızı, ne yapacağı belli olmaz şeklinde kendince tedbir alırdı. Hangi önerinin daha akla veya duygularımıza yatkın olduğunun kararını vermek çocuklukta zordu elbet. Her iki fikri de ihya etmek bir çocuk için karmaşık ve çok zalimce. Galiba riyakârlığın açılımı buydu.
Dedim ya, ninem duygularımızda hep baskın olmuştur. Galiba bize öğrettikleri, ya da anlatmaya çalıştığı şey, görünende değil aslolandakini bulmanın ve hayata geçirmenin erdemiydi. Yıllar sonra öğrendiğimiz şekliyle.
Dükkân önündeki köpeklerin yemek kabına izmarit atan adama saldırması, kazandığı üç kuruşu mahalle okulundaki çocuklara vakfetmesi, sattıklarına pazarlık edilenleri bu sebeple kovması hiç de mantıksız gelmemişti. Komşunun, kendi bahçesine giren kazını, yediği marulları haram diye boşaltana kadar alıkoyup öyle teslim etmesi, çok güzel bir kadın olan annemi, mahallenin doğası gereği korumak adına fazla gezdiği için uyarması da öyle. Kazancını temiz tutmak adına oğluna kuruş koklatmaması da öyle. Her şey, zamanında o güne göre önyargılara yol vermiş, anlaşılmak için çaba gösterilmemiş, en kolay ve düşünceyi sınırlayan “deli”sıfatıyla tanımlanmış bir kadın.
O kış, unutulmazdı. Soğuktan mı, yoksa diz boyu kardan mı nedir, cenazesinde çok az kişi vardı. Hayırsız oğlu, gelini ve adet savarcasına gelmiş birkaç komşu dışında kimsecikler yoktu. Biz de ninemle gitmiştik. Hatırlıyorum. Çocuk gözüyle gördüklerim çok farklıydı. O kadar kalabalıktı ki, ayakta durmak için bize bir adımlık yer kalmıştı. Benim gördüğüm buydu. Diğerlerinin neyi nasıl gördüğünü de hiç önemsemedim. Ninem son notayı koyduğunda görüntü tamamlanmıştı. “Harabat ehlini hor görme zakir, hazineye malik viraneler var.”