‘Yersiz yurtsuz’ derlerdi yıllardır sokaklarda divanece dolaşan Salih’e. Kimi kimsesi yoktu. Çalıştığı tamirhanede yatar, sabah uyandığında pijamalarını özenle katlar yatağının kenarındaki kıyafet küfesine koyar, bazı günler kahverengi pantolonunun üstüne kareli lacivert gömleğini bazı günler de annesinden hatıra zeytin yeşili hırkasını giyerdi. Her sabah muhakkak önce demir kapıyı aralayıp, kepengi açtıktan sonra muhakkak güneşi selamlardı. O sırada yoldan geçen bir simitçi varsa iki simit alır, yoksa da köşedeki Beş Kardeşler Fırınına koşar, oradan aldığı tazecik simitlere eşlikçi tavşan kanı çayını demler, Fahri Usta’yı beklemeye koyulurdu.
Fahri Usta tıknaz, küçük boylu, sakallarının arasında beyazlar çıkmaya başlamış, babacan bir adamdı. Çok yaşlı değildi, ellilerindeydi henüz. İki oğlan babasıydı. Sorduklarında Salih’i de sayar “üç oğlum var” derdi. Alnının teriyle çalışmanın kıymetini bilen, cömert bir adamdı. Salih böylesine civanmert bir ustası olduğu için içten içe gurur duyar, mahcup bir delikanlı olmasına rağmen Fahri Usta’yla muhabbet ettiği anlarda çok mutlu olurdu. Dünyayla arasındaki yabancılığı giderirdi kimi zaman ustasının sözleri, hatta öyle ki onu dinlerken bazen bardaktan boşanırcasına yağan yağmur gibi gözyaşlarını akıtmak ister; bazen de umarsızca kahkaha atmayı arzulardı. Fakat ikisini de yapamazdı. Yıllardır duygularını hiç kimseye belli etmediğinden olsa gerek, Fahri Usta’nın yanında bile beceremezdi hislerini açığa vurmayı. Merak ederdi ama bu hallerinin nasıl olduğunu. Tamirhanede bir başına kaldığında ki, bu çoğunlukla geceleri olurdu, lavabonun karşısında usulca durur; duvarda asılı duran, kenarlıkları paslanmış, sağ alt tarafı kırılmış küçük aynaya bakarak kahkaha atmaya çalışırdı. Gecenin sessizliğinden mi, Salih’in hissizliğinden mi bilinmez umarsızca gülemezdi hiçbir gece. Yıllardır kanıksadığı bu halin onda uyandırdığı ‘tamam işte her şey yerli yerinde, olması gerektiği gibi’ hissiyle usulca yatağının başına döner ve hayal bile kurmadan uyurdu.
Doğan güneşle birlikte kaldığı yerden devam ederdi yaşamaya. Geçen günler için vakit eğleme, vade doldurma diye düşünürdü hep. Hasılı pek bir gayesi yoktu hayata dair. Risk almayı bilmez, yeni şeyler denemekten hoşlanmazdı. Hatta hayata dair öğrendiği bilgilerin çoğu da Fahri Usta’nın heybesindendi. Misal bir şey uğruna emek vermeyi, onarmayı, yeniden hayata tutunmaya çalışmayı, kimseleri yargılamadan kabul edebilmeyi, güzel çay demlemeyi, karpuz seçmeyi yahut yağ lekesinin en kolay bulaşık deterjanıyla çıkarıldığını hep ondan öğrenmişti.
Tamirhanede işleri yoluna koyar, gelen gidenin çayını kahvesini eksik etmez; arabaydı, lastikti, tamirdi derken akşamı ederdi. Bazen Fahri Usta’ya pense uzatmak bazen de on üç numaralı anahtarı bulup, vaktinde yetiştirmek dünyadaki en önemli işi olurdu Salih’in.
Gecenin sessizliğinden mi, Salih’in hissizliğinden mi bilinmez umarsızca gülemezdi hiçbir gece.
Haftanın bazı günleri, tamirhaneye gelen giden çok olmadıysa gün batımına yakın sokakları keşfe çıkardı. Bir gün taş köprünün başındaki sokak lambasına takılır; onun boyasından, şekline, ışığın altında keyifle dans eden böceklere varana kadar her şeyi en ince ayrıntısına kadar seyrederdi. Aklına başka bir şey gelene kadar orada öylece dururdu. Acele etmez, anı kovalamaz sadece hayret etmek isterdi. Çok derinlerinde sakladığı asıl Salih’i uyandırıyordu belki de akşamüstleri zira gün boyu hatta geceleri tekdüze yaşayan adamın aksine kâinatı merak eden, hayran olan birine dönüşürdü bu kısacık anlarda. Başka bir sefer sokaktaki kara kediyi ya da ebem kuşağını saatlerce izleyebilirdi aynı şekilde. O anlarda insan içine girmeyi sevmeyen, sessiz sakin yaşamayı tercih eden o adam, elindeki sihirli değnekle herkesi dondurmuşcasına nasıl davranmak isterse öyle davranırdı. İnsanların sözleri, bakışları hiç etkilemezdi onu zira görmezdi kimseyi. Ne zaman çevresinde olup biteni fark etti, tam o an büyü bozulurdu işte. Kendisine bakan bir çift gözü fark ettiği gibi telaşa kapılıp yürümeye başlardı. Hızlı adımlarla adeta kaçarcasına gizli mabedine dönmeye çalışırdı.
Kaç yokuş çıktı, kaç köprü geçti fark etmeden ilerlerdi. Sokağın başına geldiğinde bakkalın önünde elinde ekmek poşetiyle laflayan adamlara gözü ilişse de durup bir selam vermezdi hiçbir zaman. Az ilerdeki kıraathane masalarından gelen hararetli muhabbet sesleri ve tüm bu seslere karışan çay bardaklarının şangırtısı da kaybolana dek hızla yürümeye devam eder, sesler kaybolduğunda ilk derin nefesini alırdı. Tamirhaneye geldiğinde ise adeta maraton koşmuş bir yarışçı gibi hissederdi kendini. Peşi sıra nefes alıp, biraz soluklanır, sonra da kalkıp o akşam için kendi azığını hazırlardı. Bazen menemen, bazen tarhana çorbası. Kimi zaman da annesinin tarif defterinden sofrasına konuk olan başkaca lezzet. Ağzına attığı her lokmayla birlikte bıkmadan her seferinde yine aynı deryaya dalar, düşünür dururdu. Vardığı yer hep aynı olurdu: Dünya meyledilecek bir yer değildi. Ne doğan günün ne biten gecenin hatta uçan kuşla açan çiçeğin bile bir anlamı yoktu onun nazarında. Sahip olduğu üç beş parçayla yaşayıp gidiyordu işte fazlasına ne hacet?
Sahip olduğu üç beş parçayla yaşayıp gidiyordu işte fazlasına ne hacet?
Tüm bunlara rağmen zeytin yeşili hırkasına her baktığında istemsizce ve usulca tebessüm ederdi. Nergis Hanım bu diyarlardan göçüp gitmeden evvel elleriyle örmüştü onu oğluna. Beş seneden beri o hırkayı özenle giyer, koklardı. Kalbi ince ince sızlardı bu ayrılıktan ötürü ama kimselere bahsetmezdi. Nasıl baş edeceğini bilemediği duygularını şimdiye kadar hep halının altına süpüren Salih’e de yer yer dertleşecek birileri lazım oluyordu nitekim. O da bazen yeşil hırkasıyla dertleşirdi. Yalnız onunla mı? Değil elbet. Bir de ince dişli kahverengi tarağı vardı. Onu da annesi armağan etmişti. Annesine de babası Hikmet Efendi hediye etmiş evleneceği vakit. Baba ve evlat ikilisini düşündüğünde sadece annesinin parlayan gözleri vardı dedesini her hatırlayışında, kısık sesle de olsa adını anışında. Dedemi ziyaret için köye gittiğimizde tahta kapıyı açarken küçük bir kız çocuğuna dönüşüverirdi annem diye düşündü ardından Salih.
Gönül kırgınlığıyla, kendisine oldukça yabancı olan bu hisleri anlamaya çalışırken sevginin dönüştürücü gücüne bir kez daha şaşırıp, soğuktan bir türlü ısınamayan ayaklarını iyice karnına kadar çekti, bir sağa bir sola döndü durdu. Kâh yalnız uçan kuşa kâh kara gözlü kediye yahut sıcacık yanan bir sobaya yoldaş oldu zihin dünyasında. O gece ne yaptıysa bir türlü uyuyamadı. Sabah ezanı başladığında hala bir o yana bir bu yana dönüyordu ki daha fazla yatakta kalmaya hacet yok diyerek kalktı yatağından. Yıllar evvel okuduğu bir kitabı hatırladı doğrulurken. Kimseyle muhatap olmayan, istediği şeyleri yapan çoğunlukla da hiçbir şey ‘yapmamayıtercih eden’ bir adamdı o hikâyenin kahramanı. Birden onu kendine benzetti.
Muhasebe işlerini yapan bir çalışanı, evini her gün temizleyip, ona sıcak yemekler pişiren bir hizmetlisi hatta arazileri, orada çalışan işçileri vardı o adamın fakat tüm bunlara rağmen yine de kendisine çok benziyordu. Çünkü herkese rağmen o da yalnızdı. Seven olmamıştı sanki onu da. Zihnindeki bu düşüncelerle kepengi açmaya yöneldi. Güneşin ilk ışıkları gözlerini kamaştırdı. Böylelikle zihin dünyası birkaç dakikalığına zahirin aydınlığının tesiri altına girip sanki apaydınlık olmuştu. Kafasını kaldırıp göğe baktı doyasıya, ellerindeki motor yağlarına ilişti bakışları sonra aklına şimdiye kadar hiç gelmeyen başkaca bir şey düştü.