Saçları döküldükten sonra ilk kez karşılaşıyorduk. Karşımda kaşsız, kirpiksiz, bıyıksız, kel bir adam duruyordu. Hiç tanımadığım birinin gözleri, en iyi tanıdığım o adam gibi bakıyordu. Bakışlarındaki tanışıklık da olmasa görüntüsü tamamen yabancısıydı gözlerimin.
Ben, evin bahçeye inen merdiveninin en üst basamağındaydım. O, yolun karşısında, arabasından ilk indiği yerde duruyordu. Gülümsedik birbirimize. O an yüzünde eksilen başka bir şeyin daha olduğunu gördüm. Gülümserken en çok görünen, konuşurken dilinin, kahkaha atarken sesinin en çok çarptığı ön dişlerinden birinin de yerinde olmadığını fark ettim.
Kısacık bir anı kapsayan tebessümlerimiz yerini hileli göz oyunlarına bıraktığında ikimiz de ağlamamak için bakışlarımızı bir yere, bir göğe ve arada gidip gelirken birbirimize çeviriyorduk.
O an karşımızda sadece hareketlerimizin ifade ettiklerini gösteren bir ayna vardı sanki. Gözyaşlarının geleceğini haber veren dudak kımıltılarını gizlemek için ikimiz de alt dudağımızı ısırıyorduk. Sonra boşlukta sallanan ellerimizi, heyecanlı olmadığımız mesajını vermek için bir yerlere koymamız gerektiği güdüsüyle önce birbirine kenetledik, ardından belimize götürdük. Bu kadarcık hareketten yorgun düşüp çaresiz zamanlarımızın duruşuna döndük sonra: Omuzlarımız düşmüştü… Ellerimiz boşlukta öylece salınıyordu… Ona benzediğimi söyleyenleri haklı çıkaran bir sahne yaşanıyordu aramızda. Onun tepkilerini veriyor ve ne hissettiğini çok iyi biliyordum.
Kaçacak yerimiz, kendimize gelecek kadar vaktimiz kalmamıştı. Çok özlemiştik birbirimizi. Aramızdaki bu birkaç adım da tükenmeliydi artık. Ama gizlenmesi gereken bunca his varken nasıl olacaktı ki bu? Zaten göz oyunları da oyalanmalar da bu yüzdendi. Üç ay süren ayrılığa dahi tahammül edemezken, ömürlük ayrılığın yakınlığını bilerek nasıl hasret giderebilirdik? Sarıldığımızda, üzüntüyle çarpan kalbi ve çaresizlikle titreyen bedeni hissedince birbirimize ne söyleyebilirdik? Kızına; “Korkma, yanındayım.’’ diyemeyen bir baba ve babasına, “Korkuyorum, beni bırakma.’’ diyemeyen kızı, böylesi bir karanlıkta konuşmaya hangi cümleyle başlayabilirlerdi ki?
Artık zamanı gelmişti ama! Yürümeye başlamak için biraz daha oyalansam bu kez de kırılacak bir şeyler bulurdu. Hislerimizi gizlemek için başvurduğumuz ilk yoldu kırgınlıkla sesimizi yükseltmek…
İlk adımım, beni taşıyamayacak kadar halsiz başlamış, bekleyenin sabırsızlığıyla kuvvetlenmişti. İkincisi, uyuşan ayağımı kaldırmamın zaman almasıyla, bir süre gecikmişti. Sonraki birkaç adımım, birbirleriyle uyumsuzdu ama beni düşürmeden, bahçe kapısına kadar getirmişti.
Ciğerlerimi havayla tıka basa doldurup adımlarımı peşi sıra atmaya başladığımda, babam da derin bir nefes almış, sarılma anını sabırsızlıkla bekliyordu. Parmakları bilinci dışında oynuyor, ardımda kalan her adımda, kolları biraz daha açılıyordu.
Beni kucakladığında ilk olarak ona ne söyleyecektim? O olsa ne yapardı? Mutlaka gülümsememe sebep olacak bir şeyler anlatır, hüznü gülücüğe karıştırırdı. Gözyaşlarımız, tebessüm çizgileri arasında kaybolurdu böylece…
Kendisine dikkatle bakıyordum. O an, benim hissettiklerimden daha önemliydi babasının kızının karşısında ağlamaması. İlerleyen günlerde bolca gözyaşı dökerdik ne de olsa. Bizi neden buldu bu hastalık diye söylenir dururduk. Son zamanları yaşamanın telaşına düşmeden, doya doya bakardık birbirimize. Ağlardık hıçkıra hıçkıra ama bunlar şimdi yaşanmamalıydı.
O babamdı… Ömrümde sadece bir defa -o da askerden geldiğinde- bıyıksız gördüğüm babamdı karşımdaki. Sırf onun bıyıkları yüzünden; bütün babaların bıyıklı, bütün bıyıklıların baba olduğunu düşünürdüm. Ve işte orada duran babamdı… Ama bıyıksızdı…
Adımlarım sanki düşüncelerden daha hızlı ilerliyordu. Yol bitti, soluk bitti… Gözbebeğimizi yarılayan şeffaf birikintiyi görüyorduk artık. Ve sarıldık…
Bir gelinciğe dokunur gibiydi parmaklarımız ve bir bebeği kucaklar gibiydi kollarımız. Kalplerimizin ritmi birbirine karışıyordu. İkimiz de titriyorduk. Bu yüzden biliyorduk ama hissetmiyorduk sarsıntıyı.
Öylece ne kadar kaldık bilmiyorum. Ayrılırken ikimiz de nefesimizi derinleştiriyorduk.
“Saçlarım döküldü dediğinde, yaşlı göründüğünü zannetmiştim. Ama askerden geldiğin zamanki gibisin. Kendimi üç yaşımda gibi hissettim birden…’’ deyiverdim.
‘’Gerçekten mi?’’ dedi. Gözünü terk eden gözyaşını gizleme gereği duymadan salıverdi biriktirdiklerini. Çünkü yitirdiği dişinden kalan boşluk görünüyordu yine… Çünkü gülümsüyordu ve gözyaşları, yüzündeki çizgilere saklandığı için ağladığını benden başka kimse bilmiyordu…