MODERN DERVİŞİN YOL HATIRALARI

“Ve dünya, minik bir sahnede Karagöz ile Hacivat gibi oynamaya devam etti.”

 

Yâr Bana Bir Eğlence Medeet!

Güneş ufukta ağır ağır yükselirken, toprak henüz geceyi üstünden silkeleyememişti. Rüzgâr, baharın habercisi gibi hafifçe esti; uzaklardan bir horoz sesi duyuldu. “Uyanma vakti,” dedi içinden.

Yolun kenarında durup omzundaki tozu silkeledi, derin bir nefes aldı. Çok yürümüş, ayaklarının altı şişmiş, yara bere içindeydi. Ama mutluydu. Özgürdü artık. Ne karışanı vardı ne de bıdı bıdı her şeye söyleneni… Göğsünü şişirerek kocaman bir “Ohh!” çekti.

El yordamıyla dinlenebileceği bir yer buldu, oturdu. Düşüncelere daldı. Düşünmek ve hayal kurmak onun en büyük zevkiydi çünkü! Hayat, gidilen yolların toplamı mıydı yoksa içinde taşıdığımız hikâyeler mi? Bilmiyordu. Ama bildiği bir şey vardı: Yolculuk devam ediyordu. Tam o anda ötede bir siluet belirdi. Bir dost yüzü, yılların eskitemediği bir ses yankılandı:

— Ooo pîrim, seni görmek ne güzel. Yolculuk nereye?

Gülümseyerek selâm verdi.

— Bilmem… Gidiyorum işte.

— Azığın var mı?

— Olduğu kadar, olmadığı kader… Karın doyuyor bir şekilde. Azık dediğin nedir ki?

— Canım, yok mu bir kuru soğan, ekmek, domates?

— Var var, alâsı var… Ama kanaat yok.

Yanındaki keteden bir parça uzattı arkadaşına.

— İster misin?

Firdevs teyzesinin ellerini hatırladı. Beş vakit abdestli elleriyle mayalardı hamurunu, tereyağında kavrulmuş unla içini doldurur, ketelerini sevgiyle yoğururdu. Hiçbir yerde bulunmazdı o lezzet. Çünkü içine katık değil, saf sevgi konulurdu.

Her ziyaretinde omuzundan defalarca öpüp ağlayan, ardından dualarla su dökerek uğurlayan teyzesini düşündü. Mahalleli, kedileriyle bilirdi onu. Kasap, daha mahallenin başında görür görmez kemik, deri, et parçalarını hazır ederdi. O ise kedilerin ortasında, bir merhamet timsaliydi. Mahallenin çocukları ona “Ümmü Hureyre” -kedilerin annesi- derdi. Gözleri doldu.

— Gel, otur. Soluklanalım biraz.

Yanındaki kaya parçasını temizleyip arkadaşını oturttu. Kendisi çimenlerin üzerine bağdaş kurdu. Ketelerden yemeye başladılar.

— Biliyor musun, birkaç gün bir yerde konakladım. Hani bizim Dudu vardı ya, onun kerpiç evinin yanındaki konakta… İçinde yok yoktu, var vardı, öyle diyeyim sana! Gözleri ışıldadı.

— Dinledim suyu, şakıyan bülbülü… Sonra bahçedeki güzellikleri görünce bir heyecanlandım ki anlatamam! Güllerin kokusu, ağaçların tatlı hışırtısı, rüzgârın sükûnetle esişi… Ah, küçük dünyam, ne güzelsin, ne güzeldin!

Bir sincap pat diye atladı kucağına ağaçtan. O an neşeden mest oldu!

— Kuşlar bir cıvıldadı, sanırsın orkestra! Onlar çaldı, ben söyledim. Ben çaldım, onlar söyledi. Rüya gibiydi…

“Hani yolculuk dediklerinde hep bir yere varmak gerekiyor gibi. Ya hiçbir yere varmazsam?”

 

Kadın:

— Bazen düşünüyorum… “Hani yolculuk dediklerinde hep bir yere varmak gerekiyor gibi. Ya hiçbir yere varmazsam? Ya hep koşar adım ileriye gitmeye çalışırken geride bıraktıklarım, uğramadığım şehirler, köyler, hiç görmediğim yaşanmışlıklara geç kalırsam? Ya da en kötü ihtimalle… Bir zamanlar ait olduğum yerler, ben koşarken uzaklaşmış mı olur? İnsan bazen varmak için değil de, sadece yol almak için mi yaşar?”

Arkadaşı:

— Ne zaman başladık biz böyle hızla koşmaya? Bazen sana bakıyorum; her adımda bir şeyleri kaybediyorsun gibi. Hedeflerin var, evet. Ama hedeflerine varınca ne olacak? Ya o hedeflerin seni başka bir boşluğa sürüklüyorsa? Durmadan ileriye gitmek, zamanla yalnızca daha fazla kayıptan başka bir şey getirmiyor. Sanki dünyayı omuzlarında taşırken, gerçekten taşıman gereken şeyi düşürüyorsun. Heybeni boşaltıyor ama an’da kalamıyorsun gibi.

Kadın:

— Durmak zor. Korkuyorum. Hep korktum; korkuyorum geriye düşmekten, kaybolmaktan, geride kalmaktan. Belki de acele ediyorum ama ya geriye gitmek, bir şeyleri toplamak, o eksikleri bir araya getirmek de bir çözüm değilse? Hayat belki de sadece ilerlemek değil, bazen kaybolmak da olmalı. Hani kaybolduğunda bulduğun şeyin ne olduğunu anlamadığın o anlar var ya… O anlar… Onlar çok kıymetli. Gerçekten de, kaybolmanın yalın haliyle bir anlamı olamaz mı? Sadece ‘Kaybolmanın…’

Arkadaşı:

— Belki de kaybolmak, kaybolduğunda neyi bulduğuna bağlı. Ama senin hep kaybolma korkun var, değil mi? Kendi doğruların, kendi bildiklerin seni hep ileriye itiyor. Hedeflerinden birini gerçekleştiriyorsun, ardından bir diğerini… Ama hiç durup bakmak, bir nefes almak yok. Ne var o hedeflerin içinde? Bazen kaybolmak, belki de gerçekte bulmak demektir. Ama kaybolduğunda bir an durup geriye bakacak cesaretin olacak mı? İçinde kaybolduğun o boşlukla yüzleşmek senin için zor mu olacak?

Kadın:

— Bu yüzden hep kaçıyorum belki de… Kendimle yüzleşmekten korkuyorum. Kaybolmak, bir şeylerden kaçmak gibi değil mi? Hem kendi kayboluşunu kabullenmek hem de başkalarına görünmemek zor. Çünkü ya bulamazsam? Ya o boşluk beni bir daha bırakmazsa? Kaybolduğunda neyi aradığını bilmiyorsun ya… Ya da kaybolduğunda en çok neyi aradığını biliyorsun belki de. Gerçekten… Belki de kaybolmak, hiç başlamadığın bir yolculuktan önceki son adımdır, kim bilir.

Arkadaşı:

— O zaman belki de kaybolmanın başka bir yolu vardır. Kaybolduğunda, hiç gitmediğin yerlere gidersin. En korktuğun yerlere, çünkü en korktuğun yerler de aslında seni en çok büyütecek yerler. Gerçekten kaybolmak, o boşlukta bulmak ne demek, bilir misin? Kaybolan, bulduğu her şeyle büyür.

Bir an ikisi de sustu. Sessizlik… Gözleri uzaklara daldı. Sonra fısıltıyla ekledi:

— Ölümü düşünmek… Hayatı ertelemeden yaşamak, gerçekten var olduğumun bir kanıtı gibi… Kendimi bulsam, yolculuğum nasıl olurdu, kim bilir?

Ellerini saçlarının arasına götürdü, parmaklarını hafifçe şakaklarında gezdirdi. Sonra hızla ellerini aşağıya indirip başını iki yana salladı, gözlerini bir an kapatıp açtı. Sanki zihnindeki karmaşayı silkeleyip atmaya çalışıyordu. Omuzları hafifçe düştü, parmaklarını açtı. İçinde hâlâ bir huzursuzluk vardı ama en azından bir anlığına da olsa düşüncelerinin ağırlığından kurtulmuştu.

— Ah bir de şu insan seli dokunmasa… Yoruldum…

Sesi alaycı bir tona büründü.

— Sana bir öneri: Çok değil, birkaç gün aptalı oyna! Duymazdan gel, yanlış anla. Onlara göre yanlış olanı söyle. Gel gör eğlenceyi, koca koca insanların nasıl küçüldüğünü izle!

Kahkahasını zor tuttu.

— Biri gelir, “Saf bu ayol, biraz da aklından noksan,” der. Gülümsersin sadece. Varsın öyle bilsin. Bilen bilsin, o yeter!

— Kimi, bir makamın peşinden sürüklenir, varoluşunu başkalarının ayakları altına serer; kimi, ufak bir koltuk için, kimliğini yitirir, özgürlüğünü hapsedip güç için secde eder.

— Sonra, yıllardır tanıdığın bir dindarın yanına git. De ki, “Senin taptığın ayağımın altında.”

Gözleri kısıldı, dudakları alaycı bir kıvrım aldı:

— Kastettiği dünya nimetleri tabii… Anlamaz ki! Dinden çıkmakla suçlar seni, gözünü bile kırpmadan boynunu vurur. Elini boğazına götürdü, iki parmağını birleştirip başını anında kesip atacak gibi hızla çekti…

Arkadaşı iç çekti. Kadın devam etti:

— Aman aman, kaç oradan!

Kadın güldü. Başını hafifçe geriye atarak:

— Sonra sözüm ona bir entelektüelin yanına git. Hani her şeyi bildiğini sanan, sözüm ona çok demokrat! Seni baştan aşağı süzer, gözleriyle her zerreni analiz eder. Ağzının kenarına hafif bir küçümseme ifadesi yerleşir. Sonra derin bir anlayışla:

— Aaa canım, aslında sen de (neyse ki!) yapabiliyorsun bak, tebrikler… Harikasın gerçekten. Ama tabii, bu seviyede bile olabilmen büyük başarı.

Göz kırptı.

— Karışık işler bunlar!

Daha fazla dayanamadı ve kahkahasını koyverdi.

— Sonra dostum dediğin birine git. Yıllarını verdiğin, en zor anında yanında durduğun kişiye… Bir kelâm et, canını sıkacak bir cümle tek bir cümle söyle. Emek verdiğin yıllar, dostluğun bir anda silinir. E hani sevgi emekti?

Omuzlarını silkti, parmağını dudaklarına götürüp fısıldadı:

— Suss… Suss!

Sonra kahkahayla ekledi:

— Kimi der kadından derviş olur mu? Kimi der kalk, ben oturayım! Kimi der koş! Kimi der boş!

Bir kahkaha daha patlattı.

— Yâr bana bir eğlence medeet!

Yanındaki arkadaşı, arkadaşının attığı naradan olsa gerek yerinden sıçrayıverdi. Ağaçlardaki kuşlar bir anda havalanıp gökyüzüne dağıldı. Kadın başını kaldırıp onlara baktı.

— Tıpkı bunlar gibi…

Parmağıyla kuşları işaret etti.

— Özgürce uçmak, sevdiceğinin yanına… Ohh!

Ciğerlerini tertemiz orman havasıyla doldurdu.

— Bir tek o dost, o yâr! Seni olduğun gibi sever. Seni anlar, seni dinler. Bıkmaz, usanmaz.

Gözleri kısıldı.

— Sonsuz güven, huzur, aşk, muhabbet…

Kendi etrafında dönerek raks etmeye başladı.

— Aman bana bir eğlence yar hey! Rakkas, rakkas, neyleyim ben seni, ben seni her yerde ararım. Aşk meyini içerek, geceleri yâre varırım. Aman… Aman da aman, hâlim yaman! Ay aman!

Raks ede ede uzaklaştı. Arkadaşı, küçülerek gözden kaybolan kadının ardından uzun uzun baktı. Kafasını kaşıdı:

— Meczup mu? Derviş mi?

Kadının kahkahası ormanı doldurdu. Ses kayalara çarptı, bütün ormanda yankılandı. Önce büyüdü, sonra küçüldü… Ve dünya, minik bir sahnede Karagöz ile Hacivat gibi oynamaya devam etti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

0 yorum
0 beğeni
Prev post: SÜRGÜNDEKİ MELTEMNext post: GİDENLERİN ARDINDAN

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Arşiv
Kategoriler
En Son Yazılar

Aylık Ücretsiz Dijital Dergimize Abone Olmak İster Misiniz?

Yazının Yayınlanmasını İster Misin?
  • Konsol Edebiyat
  • Fon Muzigi
  • https://konsoledebiyat.com/wp-content/uploads/2025/01/WhatsApp-Video-2025-01-28-at-09.54.34.mp3