İncecik bir perdenin arkasından uzattı boynunu. Titreyen elleri perdenin kenarına tutunmuş, düşmemek için destek alır gibiydi. Boğazındaki bakır tadı midesini bulandırıyordu. Sanki içine yerleşmiş olan tüm acı, bir zift parçası gibi boğazına oturmuştu. Yutkunamadı. Zaten yutkunsa bağırarak ağlardı. Şimdi olmazdı. Şimdi ağlamak için erkendi. Bahçe kapısının sesini duydu, demir kapı bir elden sıyrılmış olmanın verdiği rahatlık ile geri çarptı önce, sonra hızla yuvasına yerleşip bir defa daha tıngırdadı. Şu an içinden geçen cümlenin “Bahçe kapısını tamir etmek lazım.” olmasını ne çok isterdi. Ne çok isterdi birbiri ile alakasız milyon tane şey düşünmeyi. Normalde hep öyle olurdu aslında. Mesela kitap okurken, yeni aldığı mavi kazağın altına ne yakışır, diye düşünür, uzaklaşırdı kitabın konusundan. Bir zaman sonra başa döner okumaya yeniden başlardı. Ya da kek çırparken, bakkalda gördüğü çocuk düşerdi aklına. Çilli yüzünün içinde ışıldayan kahverengi gözleri, nasıl da insanın içine neşe saçardı. Beş altı yaşlarında olmalıydı. “Tek başına ekmek almaya geliyor.” demişti bakkal. Ne tuhaf. Gerçi ne olacaktı? Minicik bir mahalleydi burası. İnsanlar birbirini tanır, korur, kollardı. Sahiden öyle miydi? Görünenin arka yüzü var mıydı? Kalmış mıydı acaba koruyan, kollayan insanlar?
Daldığı tüm düşüncelerden sıyrılıp gözlerini yeniden bahçe kapısına, oradan sokağa yöneltti. Şimdi sokaktaydı Rauf. Dönüp bakar mıydı? “Hiç sanmıyorum.” dedi kendi kendine. İnsan öfkeyle hızlı ve sert adımlar atarken, durup geriye bakar mı? Baksa… Bir an sokağın orta yerinde dursa, sonra usulca kafasını çevirip penceredeki Sevim’e baksa. Başka türlü nasıl anlayacaktı ki kapıyı çarpıp gitmekten pişman olduğunu Rauf’un. Söylemezdi de. Öyle bir huyu vardı. “Sana çok kızdım, istediğim bırakıp gitmek değildi.” demezdi hayatta. En iyi ihtimalle, “Akşam gelsem, etli sarma yapar mısın?” derdi. Bu cümleden “Etli sarmayı, senin yaptığın etli sarmayı, senin bana etli sarma yapmanı ve seni seviyorum.” cümlelerini art arda çıkarma hüneri hep kadına kalırdı. Onun da en hünerli olduğu konu, kurulan cümlelerden sevda çıkarmaktı. Bakmadı. Arkasına dönüp, usulca kafasını çevirip, pencerenin arkasındaki bir çift nemli göze bakmadı. Durmadı da. O hızlı, sert adımlar sevdiği adamın bedenini alıp hızla uzaklaştırdı ve sokağın sonunda bir noktaya dönüşüp kayboldu. Eli perdeden sıyrılıp düşüverdi yanına Sevim’in. Bugünü atlatsa, bir bitse bugün. Hızla dönse dünya birden, batıverse güneş. İnsanlar kaç gün sonra kendine gelirlerdi acaba? Ya da kendine gelinir miydi artık? Kendi neredeydi, hangi dipsiz kuyunun dibindeydi? Yığıldı kanepeye.
Rauf aslında sinirli bir adam değildi. Hatta Sevim, onun öfkelendiğine, sesini yükselttiğine hiç şahit olmamıştı. Bazen “Bağırsa.” diye düşünürdü. “Bağırsa o da bana, ama konuşsa.” Kavga da bir iletişim yolu değil miydi? Sevim tüm kıskançlığını kızgın cümleler ile bağırırken, Rauf sadece susardı. O sustukça, Sevim daha çok bağırırdı. Tüm kavgaların bittiği nokta Rauf’un kuracağı bir cümle olabilirdi. “Seni seviyorum” dese, ya da seni seviyorum cümlesine tekabül eden bir içtenlik ile sarılsa, tüm öfke bulutları pamuk şekere dönüşebilirdi aslında ama o susmayı seçerdi.Bir zaman sonra bu konu açılacak konuşulacak olsa “Saçmalıyorsun bazen.” derdi. Sonra Sevim önce o evin içinde, sonra kendi içinde yalnızlaşırdı. Hızlı bir şekilde içine çekilir, bir köşeye çömelip dizlerini karnına çeker ve kendine sarılırdı. Bir kadın ne kadar yalnız kalabilirse, o kadar yalnız kalırdı Sevim.
On yıldan fazla olmuştu birbirlerine denk gelmeleri. Aynı kampüsün içinde farklı fakültelerden çıkıp kütüphanede bir araya gelirlerdi önce. Sonra kantinde, sonra göl kıyısındaki banklarda sohbet ederlerdi. Okul bitince hayatın içinde yer açtılar kendilerine. Öyle yuvayı dişi kuş falan da yapmadı. Sevim’den fazla gayret göstermişti Rauf. İşler, aileler halledildi. Kocaman bir gökyüzünün altında, bahçe içinde minicik bir evleri olmuştu. Sabah çıkıp akşam döndükleri, şehriye çorbasına limon sıktıkları, pencere önüne iki üç saksı çiçek ektikleri bu evin içinde bir hayatları vardı. Zamanın akarken düzen bozma huyu var sanki. Akan zamanın ritmi ile hayatlarında bir şeyler değişti. Değişen şeyler Rauf ile Sevim’i de değiştirdi. Bazen daha öfkeli, bazen daha yorgun, bazen daha umursamaz oldular. Önce Sevim bir bebek istedi. Bu Rauf’un planlamadığı bir şeydi. Böyle büyük bir sorumluluk için erkendi ona göre. Bunu Sevim hiç anlamadı anlamak istemedi. Bu sürtüşmenin sonunda pes eden Rauf tamam dediğinde de Sevim hamile kalamadı. Bir bebeklerinin olması için maddi manevi yıprandıkları esnada birbirlerini de hırpaladılar. Bir bebekleri olmadı. Olsa düzelir miydi her şey, onu da bilmiyordu artık Sevim. Rauf’un ise düzeltme çabası hiç yok gibiydi.
Biten her şey boşluk oluşturuyor mu böyle insanın içinde? Mesela sigarayı bırakan insanlar için de hayat birden anlamsız geliyor mu? Ya da yazdığı kitabı bitiren yazarlar, depresyona falan giriyor mu? Mesela Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden sonra bir iç daralması yaşamış mıdır? Rutin işleri askıya alıp, acıya odaklanmak mı lüks? Yoksa acını düşünemeyecek bir iş yoğunluğunun içinde olmak mı? Zaman hangi şekilde daha hızlı akar acaba. Akan zaman azaltır mı aciyi? Dönebilse yarım saat öncesine, alttan alırdı belki. Büyümesin diye, dalgalar köpürmeden, geri alınamaz cümleler kurulmadan, ortaya içlerdeki şeyler dökülmeden üstü örtülürdü belki. Daha sonra, başka bir olayla yeniden tetiklenene kadar. İnceldiği yerden kopmalı mıydı cidden, yoksa her incelen yere bir gemici düğümü eklemek mi gerekirdi? Tüm olanlara rağmen gidişi can yakıyorsa, yanında mı kalmalıydı? Yoksa böylesi daha mı iyiydi? Annesi yanında olsa öyle derdi çünkü; “Kızım böylesi daha iyi, çok yıprattınız birbirinizi, daha uzamadan bitsin. Acı da bir yere kadar. Unutursun.” Unutur muydu? Çünkü cidden çok unutkandı. Buzdolabının önüne kadar gidip, kapağı açıp beklerdi. Neden açmıştı ki kapağı? Enfes güzel sır tuttuğu söylenirdi mesela. Aslında tuttuğundan değildi o, verilen sırları unuttuğundandı. Ama iliklerine işleyen sevmek duygusu nasıl unutulurdu. Kanepeden kalktı. Bedeni nasıl hafifti. Oysa bir taş gibi ağır olması, bedenini sürüklemesi gerekmez miydi? Filmlerde öyle olurdu hep. İçi boşalmış, tüm organları alınmış gibi. Mutfağa girdi. Kahvaltı mümkün değil de, bir kahve içse miydi? Çıktı. Evden de çıktı. Ayağında beyaz terlikleri, sırtında kırmızı çiçekli bir hırka ile sokağa çıktı. Bin yıl geçmiş gibi. Sanki küçücük mahalle terk edilmiş, onu da mahalle ile birlikte unutmuşlar burada gibi. Böyle bir hikaye anlatılırdı; bir adada yaşayan yerliler bir gün bir gemi inşa etmiş. Başka yerlere açılmak için. Son gün herkes gemiye binmiş, bir genç kadın çocuğunun gemide olmadığını fark edip hızla aşağı inmiş. Evladını adadaki vahşi hayvanların parçaladığını görünce çökmüş başına. Gemi kadından habersiz kalkıp gitmiş. Koca bir adada gencecik bir kadın acısı ile yapayalnız kalmış. “Şimdi ben de acım ile yapayalnızım.” dedi. Onun hızla attığı adımların ardından sokağın sonuna geldi. Onun nokta olduğu yerde, o da nokta halinde miydi acaba şimdi? Yol ikiye ayrılıyordu. Hangi yöne gitmiştir, diye düşündü. Emin olamadı. Ellerini şakaklarına koyup sıkıca bastırdı, derin derin nefes almaya çalıştı. Sonra geri döndü, ayağında terliklerle nereye gidecekti ki zaten. Bakkala girdi o yüzü çilli, kahverengi gözlü çocuk ile göz göze geldi, gülümsedi. Çocuk da gülümsedi. Bir ekmek aldı, eve geldi. Çay koydu, perdeleri kenara çekip, camları açtı. Aylardan nisan, sabah rüzgarının soğukluğu geçince sıcacık oluyor hava. Meyve ağaçlarının kokusu giriyor camlardan içeri. Mor erik, kiraz, limon, nar karışımı bir koku dolaşıyor sonra damarlarınızda. Güneş ışıkları odanın orta yerinde oynaşıyor. Bomboş bir evin içinde dolandı, hiçbir şey hissetmeden. “Pazar var bugün.” dedi sonra. “Pazardan taze yaprak almalı, kasaptan et, üzerine belki vişne de bulurum bir avuç.” Birden sevinç ile doldu içi. Tabi ya, en güzeli akşama etli sarma sarmaktı. Çünkü severdi.
Yorumlar
Fatma
Kaleminize sağlık muhteşem bir yazı olmuş 🌺👏
Songül beyazkılınç
Kalemine her daim bayıldığım bir yazar yine döktürmüş👌🏼
Burcu
Okurken yaşatmak. Yine muhteşem her zamanki gibi.
Hatice
Kaleminize sağlık , cok guzel bir yazı olmuş, okurken gerçek bir anin icinde gibi hissettim 🌸