RUHUN ÇIRILÇIPLAK HALİ: SİNÉAD O’CONNOR


Buharlı camların ardında, loş ışıkların yumuşakça aydınlattığı küçük bir kafede oturuyoruz. Yağmur damlaları pencereye usulca vuruyor. İçeride Sting’in Fragile şarkısı çalıyor. Bu şarkı beni hep geçmişe götürür, neden bilmem. Zamanın ağırlığı hafifliyor sanki. Karşımda, ince parmaklarını fincanın kenarında gezdiren Sinéad O’Connor var. Ellerini masaya bırakmış, uzaklara bakan yorgun gözlerinde başka bir zamanın izleri kol geziyor. Sessiziz. Ama bu sessizlik öylesine derin ve tanıdık ki, sanki onunla ilk kez değil de yıllar sonra yeniden karşılaşmış iki dost gibiyiz.

Bir süre sonra başını hafifçe çeviriyor. Bakışlarında geçmişin ağırlığıyla yoğrulmuş bir bilgelik var. Çehresi yorgun ama gözlerindeki asilik hâlâ ilk sahneye çıktığı gün gibi taze. Hafifçe gülümsüyor. “Biliyor musun?” diyor tatlı bir tınıyla, “Burada oturmak kendimi eski günlerdeki gibi hissettiriyor.” Bir yudum kahve  alıyor, sonra kelimeleri usulca dökülüyor dudaklarından:

“Ben bir çığlığın içinden doğdum. Dublin’in gri göğü altında, çocukluğum anne kokusuyla değil, duvar gölgesiyle büyüdü. Her tokat, her fısıltı bende bir yankıya dönüştü. O yankı sonra şarkı oldu.”

Müzik: Bir Yara, Bir Ayna

“Müziğim, hep ruhumun aynasıydı. Çocukluğumun yaraları hâlâ kanıyor, durduramadım. İçimdeki öfkeyi, dünyadaki adaletsizliklere karşı isyanımı bastırmaya çalışıyordum ama müzik buna izin vermedi. Duygularım birikti; kelimelere, sonra şarkılara dönüştü. Sanki dünyaya ‘Beni dinleyin, ben buradayım!’ diye haykırıyordum. İlk albümüm The Lion and the Cobra, adı gibi güçlüydü. Asi bir ruhtu o, tıpkı benim gibi.”

Başını eğiyor hafifçe, ardından tekrar gözlerini kaldırıyor:

“Sonra, I Do Not Want What I Haven’t Got geldi. Olmadığım şeyi olmak istemedim hiçbir zaman. Gördüğüm iki yüzlü ilişkiler midemi bulandırıyordu çünkü. Herkes beni Nothing Compares 2 U ile tanıdı. O şarkıda bir parçam her defasında eksildi. İnsanlar alkışlarken, ben sessizliğin içinde yalnızlığımı haykırıyordum. Şöhret, insanın ruhundaki boşluğu doldurmuyor. Bazen daha da büyütüyor. O yüzden bu şarkıyı söylemeyi bıraktım.”

Bir an sessizlik oluyor yine. Ardından soruyorum:

“Bu başkaldırı, sadece senin değil, kadınların, çocukların, toplumun, tüm susturulmuşların çığlığı değil miydi? Senin müziğin yalnızca insanların dinlemekten keyif alıp eğlenebilecekleri bir müzik değildi. Özgürlüğün, ömrü boyunca susmuşların sesiydi.”

Bir Müziğin Ötesinde: Sessizlerin Sesi

Gülümsüyor, bu kez gözlerinde hafif bir parıltı var:

Black Boys on Mopeds’i hatırlıyor musun? Adaletsizliklerin içinde boğulanları anlatıyordum. Sadece kendi acılarımı değil, toplumun yaralarını da taşıdım bestelerime. İrlanda’nın acılarını, kadınların, taciz edilen çocukların sesini, bastırılan, değersizleştirilen her insanın çığlığını…”

Yutkunuyor, hazmedemediği ne çok şey olduğunu fark etmenin acısıyla, “Beni sadece bir müzisyen sanıyorlardı. Ama ben, ben aynı zamanda bir devrimciydim.” 

İçimde bir sızı beliriyor. Onun ağırlığını hissediyorum. O kadar naif ki. Karşımdaki bu güzel insanı incitmekten korkarak soruyorum yine, yavaşça:

“Müziğinle bazen iyileştiğini,  bazen de yaralarının kanadığını hissediyordun, değil mi?”

Yaralarla Barışmak

Gözleri uzaklara kayıyor, dudakları hafifçe kıpırdıyor:

“Kesinlikle. En zor albümlerimden biri Universal Motherdı. Annemi kaybettiğimde, içimde derin bir boşluk açıldı. O albüm, onunla olan karmaşık, bir o kadar da toksik ve acımasız ilişkimizin izdüşümüydü. Bazen onu affetmek istedim; bazen ona bağırmak, hesap sormak. Çocukluğum… En derin yaralarımın oluştuğu yer. Acı çekmek bir lütuf olabilir, seni gerçeğe yaklaştırır ama üzerini kapatmaya çalıştıkça kanayan bu yaramı bir türlü iyileştiremedim.”

Yağmurun sesi yoğunlaşıyordu. Gökyüzü de onunla birlikte ağlıyordu sanki. Derin bir nefes aldım. Gözlerim dolmuştu, kafamı pencereye çevirdim. Sinéad’in sesini duyana kadar yüzüne bakamadım.

“Herkesin seni sevmek zorunda olmadığını öğrendiğin gün özgürleşiyorsun.”

“Sonra Faith and Courage geldi. Biraz daha olgundum. Yaralarımla barışmayı deniyordum. Ve Throw Down Your Arms, inancı bulma çabamdı. Kendimi kaybettim, sonra tekrar buldum. Tekrar kaybettim, tekrar buldum. Bazen inançta, bazen yalnızlıkta.

Gözlerimin içine bakarak:

“Biliyor musun, herkesin seni sevmek zorunda olmadığını öğrendiğin gün özgürleşiyorsun.”

Ben de kendi kayboluşlarımı düşünüyordum o an.  İçinde kaybolduğum anları…

Bir Fotoğraf,  Bin Çığlık

“1992… Bir canlı yayında Papa’nın fotoğrafını yırttım. Çocukların ruhunu yırtan bir sistemin suskunluğunu parçaladım. O, yalnızca bir kâğıt parçası değildi. O, susturulmuş bir neslin çığlığıydı. Sessiz kalmak, suç ortağı olmaktır. Ama alkış yerine bolca linç geldi.”

“İnandığın şeyi, aslında kendini ararken müzik hep seninle miydi?”

“Saçımı kestim çünkü kadın değil insan olarak görülmek istiyordum.”

Başını sallıyor hafifçe, bu kez biraz daha içten bir gülümsemeyle:

“Saçlarımı kazıdığımda kadınlığımı değil, itaatin kafesini tıraşladım. Ama ne zaman kendi yolumu seçsem ‘deli’ oldum. Oysa ben yalnızca çıplak kalmak istemiştim. Maskesiz.”

“Müzik beni asla terk etmedi. Ama insanlar, onlar hep yer değiştirdi. Kimi gitti, kimi…”

Anne, Oğul, Kanayan Yara, Sessizlik

Gözlerini kaçırdı benden. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Yalnızlığını derinden hissetmiştim o an. Ardından, sesi titreyerek devam etti:

“En büyük kaybım, Shane oldu. Oğlum. Onun gidişiyle içimde kalan son ışık da söndü adeta. Hiçbir şeyle dolduramadım onun boşluğunu, nasıl dolabilirdi ki? Kocaman gülümsemelerini, küçük bir kelebek gibi kolumun altına sığmaya çalışmalarını, güzelim gözlerine bakmalara doyamamayı… Sevgisini başka ne doldurabilirdi ki? Anne olmak, çocuğunu kaybetmek… O acının dili yok. Müziğin bile huzur vermediği zamanlardı.”

Bir şey söyleyemiyordum. Yalnızca elimle ona doğru uzandım. Kalbine sihirli bir değnekle dokunup tüm hüzünlerini bir çırpıda yok edebilecekmiş gibi.

Boş bir noktaya bakarken:

“Shane gittikten sonra dünya benden ne bekleyebilir ki? Ama biliyorum, o hâlâ burada,” dedi. Eliyle bacağına dokunarak, “Hâlâ yanımda. Ruhlarımız sonsuza dek bağlı.”

Yavaşça fısıldadım:

“Evet, çok sevdiğin Shane, sesin, ruhun, kalbin… Hepsi burada ve hep burada olacak.”

Sessizlik içimize işliyordu yine. Ama bu kez ağır değil, anlam dolu. Hüzünle yumuşayan bir akşam gibi. Dışarıda yağmur hızlandı. Caddeden geçen insanların aceleciliğine karşın bir sükûnet vardı cümlelerimizde.

Papa’nın fotoğrafını yırttığında milyonlar ayağa kalkmıştı. Aslında bir çocuğun çığlığı olmuştu Sinéad o gün. “Duyun artık.” diyordu. Kilisenin karanlık sırlarını ifşa etmesinin cezası çok ağır oldu. Medya, müzik dünyasından birçok kişi ve halkın bir kısmı ona sırtını döndü.

Sinéad çok uzun zaman önce kendi olmayı seçmişti, hatta ilk doğduğu gün bile. Daha küçük bir kızken annesinden gördüğü şiddetin yükünü omuzlamış. Sığınacak yer bulamayınca, sesiyle kazımıştı acılarını gökyüzüne. Sonra Kilise korosunda aldı soluğu. Ruhundaki fırtınaları, hüznü, isyanı Tanrı’ya duyurmaya çalışıyor gibiydi.

Nothing Compares 2 U şarkısını söylemek için sahneye ilk çıktığında bir anneydi, bir çocuktu, bir asiydi ve devrimciydi. Saçını kazıttığında, Papa’nın resmini yırttığında herkes onun deli olduğunu düşündü. Oysa bu, özgürlüğünün ilanıydı. İtaatkârlığa, güzellik kavramının içinin boşaltılmasına, kadının sadece cinsel bir obje olarak gösterilmesine, çocukların taciz edilmesine, kadınların değersizleştirilmesine adeta bir başkaldırıydı. Shane’in ölümü ise onu derinden sarsmış, yalnızlık ruhuna işlemişti.

Kafenin köşesinde Sinéad’i beklerken ona baktım. Yüzünde yorgun bir gülümseme vardı. Elinde kitapları, ceketinde rüzgârın kokusu… Göz göze geldik bir an, içimde küçük bir sarsıntı oldu. Sahneye ilk çıktığı günkü gibiydi, zaman dokunamamıştı bu duru güzelliğe.

“İnsanların beni gerçekten gördüğünü, anladığını sandım, yanılmışım.” dedi.

Bir filmde, The Butcher Boy’da, Meryem Ana’yı oynamıştı. Garipti. Günahlarla boğuşan dünyaya, güzel ve temiz olanı tekrar sunmak istemişti belki de. Sinéad konuşmaya devam edince düşüncelerimden sıyrıldım.

“Ve Shane, oğlum,  ışık gibi bir çocuktu. Ruhunda bin yılın yorgunluğu vardı. O beni anlayan tek insandı belki. 17 yaşında gitti. Bana bir not bile bırakmadan. İşte o gün, ben de öldüm. Artık hiçbir şarkı, hiçbir inanç beni geri getiremedi.” dedi.

                               Begüm Aydoğ Haskaraca

Birden ellerimi tuttu:

“Ben bir sanatçıyım, şovmen değil. Anlıyor musun? Tanrı’ya yakın olmak istedim hep. Katolik oldum, sonra İslam’ı seçtim. Ruhumun bir adı yoktu. Onu sadece ben taşıyordum. O yüzden adımı bile değiştirdim,  Shuhada’  Sadaqat.  ‘Şehitlik ve doğruluk’ demek. 

Kafasını öne eğip mırıldandı:

“Tanrı’nın seni sevmesi için kusursuz olman gerekmez,” dedi.

Sesinde sanki bir veda vardı şimdi.

“Ben, sahici olmaya çalıştım. Çirkinleşme pahasına. Çünkü güzellik bazen maskedir. Ama çıplak bir ruh, işte o korkutur insanları. Her kadın biraz Tanrı’yı taşır. Ben Tanrı’ya mektuplar yazdım; bazıları şarkı oldu, bazıları mezar taşı. Oynadım da. The Butcher Boy’da Meryem Ana oldum. Belki İsa’nın annesi olarak kendi çocuğumu kurtarmak istedim, bilemiyorum,” dedi kafasını iki yana sallayarak. Konuşamıyordum artık.

Kalkmadan önce fincanın yanına bir not bırakmıştı. El yazısıyla:

“Hiçbir şey senin kadar kıymetli değil Tanrım. Ama bazen insanlar, sesimizi değil, sessizliğimizi duysun istiyoruz.”

Ve gitti…

Ben o gün onunla bir kafede buluşmamış, bir efsanenin yorgun ruhuna tanıklık etmiştim. Arkasında esmeyi hiç bırakmayacak bir rüzgâr bıraktı Sinéad O’Connor. Bazı kadınlar şarkı söylemez, şarkı olur.

Sinéad O’Connor, 8 Aralık 1966’da İrlanda’nın Dublin kentinde dünyaya geldi. 26 Temmuz 2023’te, Güney Londra’daki Herne Hill semtindeki dairesinde, 56 yaşında hayata veda etti. Müzik serüveni genç yaşlarında başlamış; 1980’lerin sonuna doğru ise sesi, dünya sahnesinde büyük yankı uyandırmıştı. Kimi zaman kişisel, kimi zaman politik meseleleri dile getiren şarkılarıyla, müzikten çok daha fazlasını sunuyordu. 1990’larda “Nothing Compares 2 U” şarkısının klibinde yaptığı protesto, küresel ölçekte büyük ses getirdi. 1992 yılında Papa’ya yönelik açıklamaları ise onu sadece müzikal değil, toplumun yaşadığı haksızlıkları dile getiren bir devrimci hâline getirdi.

Kariyeri boyunca pek çok ödüle layık görüldü. Bunlar arasında:

Grammy Ödülleri: 1991 yılında “En İyi Kadın Pop Vokal Performansı” dalında Grammy kazandı.

MTV Video Müzik Ödülleri: “Nothing Compares 2 U” klibi, birçok ödülün sahibi oldu.

Brit Awards: “En İyi Uluslararası Kadın Sanatçı” unvanıyla onurlandırıldı.

1980’ler ve 1990’larda tüm dünyada tanınan bir şarkıcı ve söz yazarı hâline gelen Sinéad O’Connor, güçlü sesi ve cesur duruşuyla hafızalara kazındı. İşte onun hayatına, albümlerine ve sanat yolculuğuna kısa bir bakış:

Albümleri:

The Lion and the Cobra (1987): O’Connor’un çıkış albümü, ona geniş bir dinleyici kitlesi kazandırdı. Rock ve post-punk etkilerini taşıyan bu albüm, onun ruhunun ilk isyan çığlığı gibiydi.

I Do Not Want What I Haven’t Got (1990): En büyük başarısını yakaladığı bu albüm, dünya çapında büyük yankı uyandırdı. İçindeki “Nothing Compares 2 U” ise zamana meydan okuyan bir hüzün ilahisi olarak hafızalara kazındı.

Am I Not Your Girl? (1992): Caz, blues ve swing tınılarının izinde ilerleyen bu albümde, O’Connor müzikal kimliğini yeniden inşa etmeye cesaret etti.

Universal Mother (1994): Toplumsal ve politik mesajlarla yüklü bu albüm, onun hem bir sanatçı hem bir kadın olarak söyleyecek çok şeyi olduğunu kanıtladı.

Faith and Courage (2000): Pop müzikle daha fazla harmanlanmış bu albüm, hem içsel bir hesaplaşma hem de dış dünyaya karşı bir duruştu.

How About I Be Me (And You Be You)? (2012): Daha kişisel, daha içten ve özgür bir sesle örülen bu albüm, onun dönüşümünü yansıtıyordu.

I’m Not Bossy, I’m the Boss (2014):              O’Connor’un karakteristik cesaretini taşıyan bu albüm, onun kimliğini ve duruşunu en açık hâliyle ortaya koyuyordu.

 

5 yorum
22 beğeni
Prev post: NOTHING COMPARES 2 UNext post: EDİTÖRDEN

İlgili Yazılar

Yorumlar

  • Hülya Altınışık

    Haziran 13, 2025 at 19:13
    Reply

    Kaleminize yüreğinize sağlık 👏👏

  • Hayat Yılmaz

    Haziran 13, 2025 at 23:45
    Reply

    Roman tadında bir yazıydı. Emeğinize sağlık. Okurunuz bol olsun

  • Seadet

    Haziran 14, 2025 at 12:42
    Reply

    “Arkasında esmeyi hiç bırakmayacak bir rüzgâr bıraktı Sinéad O’Connor. Bazı kadınlar şarkı söylemez, şarkı olur.“ ❤️❤️❤️

  • Hülya vural

    Haziran 15, 2025 at 01:18
    Reply

    Yüreğinize sağlık,gençliğimde dinlediğim şarkıları bu yazıyı okuduktan sonra farklı bir şekilde tekrar dinleyeceğim...Eminim ki çok farklı şeyler hissettirecek.

  • Meriç

    Haziran 15, 2025 at 12:39
    Reply

    Yüreğinize, kaleminize sağlık. Yazınızı okusaydı, verdiği emeğin(savaşın) sizde ve bu yazıyı okuyan bizlerde bulduğu karşılık sebebi ile mutlu olacağından eminim.

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Arşiv
Kategoriler
En Son Yazılar

Aylık Ücretsiz Dijital Dergimize Abone Olmak İster Misiniz?

Yazının Yayınlanmasını İster Misin?
  • Konsol Edebiyat
  • Fon Muzigi
  • https://konsoledebiyat.com/wp-content/uploads/2025/01/WhatsApp-Video-2025-01-28-at-09.54.34.mp3